13 Ocak 2016 Çarşamba

Zamanaşımı Zarar Görenin Uğradığı Zararın Varlığını Zarar Verenin Kim Olduğunu Kapsam Ve Miktarının Neden İbaret Bulunduğunu Öğrendiği Andan İtibaren Başlar

Zamanaşımının başlama zamanına ilişkin Yargıtay kararı

Yargıtay, zarar görenin uğradığı zararın varlığını zarar verenin kim olduğunu kapsam ve miktarının neden ibaret bulunduğunu öğrendiği andan itibaren zarar verenden bunun tazminini isteme hakkının doğacağını ve bu hakkına İlişkin yasal zamanaşımı süresinin de o tarihte başlayacağının kabul edilmesi gerektiğine karar vermiştir.

Av. Ferman Kaya


YARGITAY 3. HUKUK DAİRESİ
E. 2014/22045
K. 2015/17187
T. 04.11.2015

* ZAMANAŞIMI SÜRESİNİN ZARARIN NET OLARAK ORTAYA ÇIKTIĞI TARİHTEN BAŞLAMASI (Zararın Kapsam Ve Miktarının Aynı Anda Ve Tam Bir Açıklıkla Belirlenemediği Zamanlarda Zarar Görenin Uğradığı Zararın Varlığını Zarar Verenin Kim Olduğunu Kapsam Ve Miktarının Neden İbaret Bulunduğunu Öğrendiği Andan İtibaren Zarar Verenden Bunun Tazminini İsteme Hakkının Doğacağı Ve Bu Hakkına İlişkin Yasal Zamanaşımı Süresinin De O Tarihte Başlayacağının Kabul Edilmesi Gerektiği/Maddi Manevi Tazminat)

* ELEKTRİK ÇARPMASINDAN KAYNAKLANAN MADDİ MANEVİ TAZMİNAT (Davacının Tedavilerinin Halen Devam Ettiği/Gelişen Bir Durumun Ya Da Müstakbel Bir Zararın Söz Konusu Olduğu Bu Durumda Dava Konusu Kazanın Gerçekleştiği Tarihten İtibaren Değil Zararın Net Olarak Ortaya Çıktığı Tarihten İtibaren Zamanaşımı Süresinin Başlatılarak İşin Esasına Girileceği)

* ZARARIN KAPSAM VE MİKTARININ TAM OLARAK TESPİT EDİLEMEMESİ (Maddi Manevi Tazminat/Zarar Görenin Uğradığı Zararın Varlığını Zarar Verenin Kim Olduğunu Kapsam Ve Miktarının Neden İbaret Bulunduğunu Öğrendiği Andan İtibaren Zarar Verenden Bunun Tazminini İsteme Hakkının Doğacağı Ve Bu Hakkına İlişkin Yasal Zamanaşımı Süresinin De O Tarihte Başlayacağı)

818/m.60

ÖZET : Dava elektrik çarpmasından kaynaklanan maddi manevi tazminat talebine ilişkindir.Uygulama ve öğretide kabul edildiği üzere, zamanaşımı failin ve zararın öğrenildiği tarihten başlatılmalıdır. Ancak bazı hallerde, gerek zararı doğuran eylem veya işlemin ne olduğu ve kim tarafından gerçekleştirildiği ve gerekse, zararın kapsam ve miktarı aynı anda ve tam bir açıklıkla belirlenebilir. Böyle durumlarda, zarar görenin, uğradığı zararın varlığını, zarar verenin kim olduğunu, kapsam ve miktarının neden ibaret bulunduğunu öğrendiği andan itibaren, zarar verenden bunun tazminini isteme hakkının doğacağı ve bu hakkına ilişkin yasal zamanaşımı süresinin de o tarihte başlayacağı açıktır. Davacının tedavilerinin halen devam ettiği dolayısıyla gelişen bir durumun ya da müstakbel (gerçekleşecek-gelecek) bir zararın söz konusu olduğu, bu durumda, dava konusu kazanın gerçekleştiği tarihten itibaren değil, zararın net olarak ortaya çıktığı tarihten itibaren zamanaşımı süresinin başlatılarak işin esasına girilmesi gerekir.

DAVA : Taraflar arasındaki tazminat davasının mahkemece yapılan yargılaması sonucunda, davanın zamanaşımı nedeniyle reddine yönelik olarak verilen hükmün, süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine; temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra, dosya içerisindeki kağıtlar okunup gereği düşünüldü:

KARAR : Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkilinin henüz 12 yaşında iken 18.09.1996 tarihinde misafirlikte bulundukları sırada, balkondan aşağıya elbise asmak için kullanılan kabloyu sarkıtarak kablonun elektrik tellerine temas etmesi neticesinde elektrik akımına kapılarak yaralandığını, tedavisinin halen devam ettiğini, davalı kuruma ait elektrik tellerinin olay tarihinde binaya 60 cm mesafeden geçtiğini, olaydan sonra binadan uzaklaştırıldığını, olay nedeni ile ev sahibi hakkında yapılan ceza soruşturması sonucunda mahkumiyetine karar verildiğini, müvekkilinin tedavileri hala devam etmekte olduğundan, zamanaşımı söz konusu olmadığını belirterek, elektrik çarpması sonucu uğradığı iş, güç kaybı nedeni ile fazlaya ilişkin haklar saklı kalmak kaydı ile 1.000,00 TL maddi, 100.000,00 TL manevi olmak üzere toplam 101.000,00 TL tazminatın olay tarihinden itibaren işleyecek reeskont faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı vekili cevap dilekçesinde; talebin zamanaşımına uğradığını, kaza tarihinde Dedaş adında bir şirketin dahi bulunmadığını, olayın meydana gelmesinde müvekkilinin kusurunun bulunmadığını belirterek davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

Mahkemece davanın davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dava elektrik çarpmasından kaynaklanan maddi manevi tazminat talebine ilişkindir.

Dava konusu olay, 18.09.1996 tarihinde gerçekleşmiştir. Bu tarihte geçerli olan 818 sayılı Borçlar Kanunu zamanaşımına ilişkin 60.maddesine göre; "Zarar ve ziyan yahut manevi zarar namiyle nakdi bir meblağ tediyesine müteallik dava, mutazarrır olan tarafın zarara ve failine ittılaıtarihinden itibaren bir sene ve her halde zararımüstelzim fiilin vukuundan itibaren on sene mürurundan sonra istima olunmaz.

" denilmektedir.

Uygulama ve öğretide kabul edildiği üzere, zamanaşımı failin ve zararın öğrenildiği tarihten başlatılmalıdır.

Bilindiği üzere, bazı hallerde, gerek zararı doğuran eylem veya işlemin ne olduğu ve kim tarafından gerçekleştirildiği ve gerekse, zararın kapsam ve miktarı aynı anda ve tam bir açıklıkla belirlenebilir. Böyle durumlarda, zarar görenin, uğradığı zararın varlığını, zarar verenin kim olduğunu, kapsam ve miktarının neden ibaret bulunduğunu öğrendiği andan itibaren, zarar verenden bunun tazminini isteme hakkının doğacağı ve bu hakkına ilişkin yasal zamanaşımı süresinin de o tarihte başlayacağı açıktır. Bu bağlamda herhangi bir eylemden doğan zararın tümü bir birlik teşkil eder, birbiriyle ilgisi olmayan bağımsız zararların bir toplamı olarak görünmez; dolayısıyla, zararın kapsamı ve tutarının belli olmaması, zamanaşımının başlamasına engel oluşturmaz. Başka bir ifadeyle, zararın öğrenilmesi, onun kapsamının değil, varlığının öğrenilmesi anlamındadır, zararın varlığı, niteliği ve esaslı unsurları hakkında bir dava açmaya, o davayı ciddi ve objektif bir şekilde desteklemeye, gerekçelerini göstermeye elverişli yeterli hal ve şartların öğrenilmesi, zararın öğrenilmiş sayılması için yeterlidir.

Buna karşılık, ortaya çıkan zarar, kendi özel yapısı içerisinde, sonradan değişme eğilimi gösteriyor, kısaca, zararı doğuran eylem veya işlemin doğurduğu sonuçlarda (zararın nitelik veya kapsamında) bir değişiklik ortaya çıkıyor ise, artık, “gelişen durum” ve dolayısıyla, gelişen bu durumun zararın nitelik ve kapsamı üzerinde ortaya çıkardığı değişiklikler (zarardaki değişme) söz konusu olacaktır. Böyle hallerde, zararın kapsamını belirleyecek husus, gelişmekte olan bu durumdur ve bu gelişme sona ermedikçe zarar henüz tamamen gerçekleşmiş olamayacağı için zamanaşımı süresi bu gelişen durumun durduğunun veya ortadan kalktığının öğrenilmesiyle birlikte işlemeye başlayacaktır.

Bu açıklamalar doğrultusunda somut olaya dönüldüğünde; davacının tedavilerinin halen devam ettiği dolayısıyla gelişen bir durumun ya da müstakbel (gerçekleşecek-gelecek) bir zararın söz konusu olduğu, bu durumda, dava konusu kazanın gerçekleştiği tarihten itibaren değil, zararın net olarak ortaya çıktığı tarihten itibaren zamanaşımı süresinin başlatılarak işin esasına girilmesi gerektiği anlaşılmaktadır.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA ve peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 04.11.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

11 Ocak 2016 Pazartesi

Açık öğretimde eğitim gören çocuğun babasından yardım nafakası istemesi mümkündür?

Konuya ilişkin Yargıtay uygulaması aşağıda yer almaktadır.

Av. Ferman Kaya

YARGITAY HUKUK GENEL KURULU E: 2013/3-1627 K: 2015/1020 T: 13.03.2015

AÇIK ÖĞRETİM ÖĞRENCİSİ • YARDIM NAFAKASI

ÖZET: Açık öğretimde eğitim gören çocuğun babasından yardım nafakası istemesi mümkündür.


(... Davacı dava dilekçesi ile; öz babası olan davalıdan, boşanma davasında lehine hükmedilen 100 TL iştirak nafakasının, 18 yaşını doldurması ve halen eğitim hayatının devam ediyor olması nedeniyle, aylık 500 TLye artırılmasını talep ve dava etmiştir.

Davalı, davacının halen üniversite mezunu ve meslek sahibi olduğundan başkasının yardımına ihtiyaç duymayacağını savunarak davanın reddini dilemiştir.

Mahkemece, bir yüksekokul bitirmiş 23 yaşlarındaki halen çalıştığı da anlaşılan erkek çocuğun açıköğretimde öğrenci olduğundan bahisle babasıdan yardım nafakası istemesinin yasal dayanağının bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, hüküm, davacı tarafından temyiz edihmiştir.

TMK. 328/2 ve 364/1. maddelerine göre, şayet çocuk reşit olduğu halde eğitimine devam ediyorsa eğitimi sona erinceye kadar ana ve babanın bakım borcu devam eder. Bu durumda çocuk ana ve babaya karşı yardım nafakası davası açabilir.

Dosyadaki delillere göre, davacı her ne kadar Adnan Menderes Üniversitesi Karacasu Memnune İnci Meslek Yüksekokulu mezunu olsa da dava tarihi itibariyle halen Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesinde 3. sınıf öğrencisi olup, sabit bir yerde çalışmamakta ve düzenli bir geliri bulunmamaktadır. Davalı babanın ise adliyede memur olduğu yaklaşık 1500 TL maaşının bulunduğu anlaşılmıştır.

Yerleşmiş Yargıtay uygulamalarına göre açıköğretim fakültesinde eğitim görmek yardım nafakasına mani değildir. Davacının düzenli bir geliri bulunmamaktadır. Günün ekonomik koşulları ve ülkedeki ekonomik yapı da nazara alındığında davacının eğitimini bir an önce tamamlaması kendi menfaatinedir. Ayrıca davacının çalışarak eğitim hayatını beraber götürmesini beklemek eğitim hayatını zora sokacaktır.

Olayları izah taraflara, hukuki niteleme hakime ait bir görevdir.

Somut olayda, davacının iştirak nafakasının artırımı yönündeki talebi TMK. 328/2 ve 364/1. maddoesi kapsamında yardım nafakası talebini içermektedir.

Mahkemece; davacı yararına hakkaniyete uygun bir miktarda yardım nafakasına hükmolunması gerekirken, yanılgılı değerlendirme sonucunda yazılı şekilde davanın reddi doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir... )

gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulu incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK)'nun 328/2 ve 364/1. maddeleri kapsamında yardım nafakası istemine ilişkindir.

Mahkemece, davanın reddine dair verilen karar davacının temyizi üzerine, Özel Daire'ce yukarıda yazılı nedenlerle bozulmuştur.

Yerel Mahkemece, önceki gerekçelerine ilave olarak, “... davacının şu anda nişanlı olduğu, düğünlerde piyanistlik yaptığı, aylık 300 TL gelirinin oludğu, davalının oğlu reşit olduktan sonra 53 ay iştirak nafakasını kendi isteğiyle ödediği, daha sonra bu nafakaları geri istediği bunun üzerine davacının eldeki davayı açarak iştirak nafakasının arttırılmasını talep ettiği, davacının açık öğretim fakültesine kayıtlı olduğu ikinci okulu olduğu, halen 24 yaşında olan davacının sağlık bakımından çalışmasıa engel bir durumunun bulunmadığı, davacının halen adliyede yazı işleri müdürü olarak çalışan annesi ile birlikte yaşadığı, evlenme hazırlığı içinde olan davacının açık öğretim eğitim giderlerini karşımamaya yetmeyecek düzeyde olduğunun kabulünün mümkün bulunmadığı, düzenli ve yeterli bir geliri-ninin bulunduğunun anlaşıldığı, Yargıtay kararları incelendiğinde nafaka talep eden kişilerin işsiz olup eğitim gördükleri açık öğretim fakültesinin ilk yüksek öğretim kurumu olduğu, davalı baba açısından eğitim giderlerine katılma yönünden makul süresinin geçmiş olduğu, bu haliyle davacının açık öğretimde öğrenci olduğundan bahisle babasından yardım nafakası istemesinin TMK.nun 2. ve 4. maddesinde düzenlenen dürüstlük ve hakkaniyet kurallarına aykırılık teşkil ettiği, TMK.nun 365. maddesinin 3. fıkrası hükmüne göre nafakasının, yükümlülerin bir veya bir kaçından istenmesi hakkaniyete aykırıysa hakimin, onların nafaka yükümlülüğünü kaldırabileceği, davanın yasal koşullarının oluşmadığı... ” gerekçeleriyle önceki kararda direnilmiştir.

Direnme kararını, davacı temyiz etmiştir.

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; üniversitede okuyan ve düzenli bir geliri bulunmayan ergin davacı çocuk yararına yardım nafakası takdiri gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.

Nafaka alacaklılığı, çocuğun bireyselliğinin bir parçasıdır. Hukukumuzda, çocuk kendisini dünyaya getiren ana ve babasından bakım parası isteyebilir. Bu onun en doğal hakkıdır. Ana ve babanın bu nafaka yükümü sosyal yardım ve dayanışma düşüncesinden kaynaklanır; onların velayet hakkından bağımsızdır (RDona, Serozan: Çocuk Hukuku, İstanbul 2005, s. 112 vd.).

Öte yandan, aile bireylerinden birinin yoksulluğa düşmüş olması halinde, diğerlerinin onun yardımına koşmaları da ahlak kurallarının gereğidir. Fakat bu gereklilik bir hukuk kuralı haline gelmediği sürece, aile bireylerini yoksulluk içinde bulunan hısımlarına yardım etmeye zorlamak imkanı yoktur. Diğer taraftan, yoksulluğa düşmüş olan bir hısıma yardım etmemek, aile dayanışması fikrine” aykırı düştüğü gibi, toplumun hak duygusunu da zedeler. İşte, kanun koyucular bütün bu düşüncelerle bir kimseyi, yoksulluğa düşmüş olan hısımlarına yardım etmeye zorlarlar ki, buna nafaka yükümlülüğü denir (Turgut Akıntürk/Derya Ateş Karaman: Türk Medeni Hukuku, Aile Hukuku, II. Cilt, 14. Bası, İstanbul 2012, s. 444 vd.)

Öte yandan, 1982 Anayasasının 17/1. maddesinde herkesin, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğu belirtilmiş; 27/1. maddesinde ise, herkesin, bilim ve sanatı serbestçe öğ-rence ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkına sahip olduğu vurgulanmıştır. Bunun yanında, Anayasanın 41. maddesinde Devletin çocukların korunması için gerekli tedbirleri alacağı belirtilmiş; 42. maddesinde ise, kimsenin eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamayacağı düzenlenmiş; 58. maddesinde de, Devletin gençliği korumak için gerekli tedbirleri alacağı vurgulanmıştır.

Yardım nafakası, aile bireylerini yoksulluk ve düşkünlükten kurtarmaya ilişkin bir nevi sosyal yardımlaşma olup ahlak kuralları ile geleneklerin zorunlu kıldığı bir ödevdir. Aile bağlarının herhangi bir nedenle zayıflamış olması da yükümlülüğü ortadan kaldıran bir neden olarak düzenlenmemiştir. Bu nedenle kanun koyucu, yardım nafakasını kişinin ve toplumun vicdanına bırakmamış, kanuni bir ödev olarak düzenlemiştir.

Kanun koyucu, bu kapsamda aile bireylerinin ekonomik olarak korunması amacıyla 4721 sayılı TMK'nun 328 ve 364/1. maddelerinde düzenleme yapmıştır.

Buna göre, TMK'nun 328. maddesi

“Ana ve babanın bakım borcu, çocuğun ergin olmasına kadar devam eder.

Çocuk ergin olduğu halde eğitimi devam ediyorsa, ana ve baba durum ve koşullara göre kendilerinden beklenebilecek ölçüde olmak üzere, eğitimi sona erinceye kadar çocuğa bakmakla yükümlüdürler.”

Hükmünü içermekte olup;

TMK'nun 364/1. maddesinde ise

“Herkes, yardım etmediği takdirde yoksulluğa düşecek olan üstsoyu ve altsoyu ile kardeşlerine nafaka vermekle yükümlüdür.” düzenlemesine yer verilmiştir.

Görüldüğü üzere, kanun koyucu TMK'nun 328/2. maddesinde getirdiği yeni hükümle, eğitime verdiği önemi vurgulamış ve öğrenimlerini başarıyla sürdürmekte olan çalışkan ergin öğrencileri desteklemiş olmaktadır (Turgut Akıntürk(Derya Ateş Karaman: age., s. 317).

743 sayılı Medeni Kanunun yürürlükte olduğu dönemde Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 13.03.1963 gün ve 2/99-21 sayılı içtihadındaki; “Babanın sosyal durumu bakımından çocuğun okutulmasının gerekmesi halinde iştirak nafakasının çocuğun erginleşmesinden sonra da (okumaya devamı sebebiyle) ödenmesi, Medeni Kanunun hükümlerindendir. Zira, evlilik birliğinin boşanma ile ortadan kalkmış olması, ana ve babanın çocuğa karşı olan borçlarında bir değişiklik meydana getirmez. Diğer deyimle, ana ve babanın beraber yaşaması halinde nasıl her ikisi beraberce çaba göstererek çocuğu sosyal durumlarına göre okutmakla ödevli idiyseler, boşanmadan sonra dahi bu ödevleri sona ermez” ilkesi, kanun koyucu tarafından TMK. m. 328/2. hükmüyle yasal kural haline getirilmiştir.

Yoksulluğun hukuksal kavramı ise mevzuatımızda tanımlanmamıştır. Belirtmek gerekir ki, yoksulluk ekonomik ve sosyal koşullarla doğrudan ilgilidir. O nedenle, bunu ülkenin ekonomik ve sosyal koşulları altında varlığını geliştirme hakkına sahiptir (Anayasa m. 17/1). Şu halde, bu temel hakkın tabii sonucu yeme, giyinme, barınma, sağlık, ulaşım, kültür gibi bireyin maddi varlığını geliştirmek için zorunlu ve gerekli görülen harcamaları karşılayacak düzeyde geliri olmayanları yoksul kabul etmek yerinde olur (Hukuk Genel Kurulununun8 07.10.1998 gün ve E: 19982-656, K: 1998/688; 05.05.2004 gün ve E: 2004/3-251, K:2004/248; 28.02.2007 gün ve E:2007/3-84, K:2007/95; 16.05.2007 gün ve E:2007/2-275, K:275; 11.03.2009 gün ve E:2009/2-73, K:2009/118; 10.11.2010 gün ve E:2010/2-614, K:2010/597 sayılı ilamları).

Günümüzdeki ağır ekonomik koşullar karşısında eğitimle çalışmayı bir arada sürdürmenin mümkün olmayacağı, bir kural ve karine olarak kabul edilmelidir (HGK'nun 12.5.1999 gün ve E:199/2-288, K:1999/2-288, K:199/294 sayılı ilamı). Dolayısıyla, açıköğretim fakültesinde okuyor olmak, babanın yardım nafakası yükümlülüğünü ortadan kaldıran bir sebep olarak kabul edilemez.

Somut olaya gelince; dava tarihi itibariyle davacı çocuk reşit olup, iki yıllık meslek yüksek okulu mezunudur. AYnı zamanda, eğitimini 4 yıllık bir fakültede tamamlamak isteyerek Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesine de kayıp yaptırmıştır. Davanın açıldığı tarihte de 3. sınıf öğrencisi olarak eğitimine devam etmektedir. Meslek yüksek okulundan mezun olmakla birlikte, mesleğine uygun bir iş bulamamış; özel yeteneği nedeniyle düğünlerde müzik aleti kullanarak, cüzi bir miktar para kazanmaktadır. Kazandığı para, ihtiyaçlarını karşılamadığı gibi okulunun harç ve giderlerine de yetmemektedir.

Bu durumda, davacı çocuğun davalı babanın yardımına ihtiyacı olduğu anlaşılmaktadır.

Yukarıda açıklanan ilkeler uyarınca, baba yoksulluğa düşmüş çocuğuna yardım etmek zorundadır. Çocuğun okulunu bitirip, bir işe girmesi, çocuğun yararına olduğu gibi, babanın da yararına bulunmaktadır.

Şu halde, yerel mahkemece davacı yararına hakkaniyete uygun bir miktarda yardım nafakasına hükmolunması gerekirken, yanılgılı değerlendirmeyle davacı çocuğun nafaka isteminin tümden reddine karar verilmesi doğru değildir.

Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmede azınlıkta kalan bir kısım üyeler, yerel mahkeme direnme kararının gerekçeleri itibarıyle doğru olduğu, bu nedenle onanması gerektiği ileri sürülmüş ise de; yukarıda belirtilen gerekçelerle bu görüş Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.

Hal böyle olunca; yerel mahkemece, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma ilamına uyulması gerekirken, yanılgılı gerekçe ile önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

Bu nedenle, direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ

Davacının temyiz itirazlarının tabulü ile, direnme rararının Özel Daire Bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanun'un 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 429. maddesi gereğinceBOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine 13.03.2015 gününde oyçokluğu ile karar verildi.

Tüketici Hakem Heyetine Başvuru ve İtirazın İptali Davası

YARGITAY 13. HUKUK DAİRESİ E: 2015/10571 K: 2015/8738 T: 18.03.2015

ÖZET: 6502 Sayılı Yasa’nın 68. maddesinde belirlenen sınırın altındaki icra takipleri için Tüketici Hakem heyetine başvurulmadan icra takibi yapılamaz.

Taraflar arasındaki alacak davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davacı avukatınca temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi gereği konuşulup düşünüldü:

KARAR

Davacı, davalıyla konut kredisine ilişkin sözleşme imzalandığını, davalının kredi kullanımı öncesinde ödediği 850 TL. ipotek tesis ve ekspertiz ücretinin tahsili için icra takibi yaptığını, itiraz üzerine davalının Şanlıurfa Tüketici Sorunları Hakem Heyetine başvurarak itirazın iptalini istediğini, Tüketici Sorunları Hakem Heyetinin 21.04.2014 tarih ve 2013/1751 sayılı kararı ile; itirazın iptaliyle takibin devamına karar verildiğini, Tüketici Sorunları Hakem Heyetinin, mahkemenin yerine geçerek itirazın iptaline karar veremeyeceğini ileri sürerek, Şanlıurfa Tüketici Sorunları Hakem Heyetinin 21.04.2014 tarih ve 2013/1751 sayılı kararın iptalini istemiştir. Davalı, davanın reddini dilemiştir.

Mahkemece, davanın reddine karar verilmiş, karar Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca kanun yararına temyiz edilmiştir. Dava, Tüketici Hakem Heyeti Kararının iptali istemine ilişkindir.

Taraflar arasında konut kredisi sözleşmesi bulunduğu ve davacı banka tarafından 850 TL. masraf alındığı hususu uyuşmazlık konusu değildir. Uyuşmazlık, tüketici sorunları hakem heyetinin görev alanına giren bir uyuşmazlıkla ilgili olarak hakem heyetine müracaat etmeksizin icra takibi yapılıp yapılamayacağı, icra takibinin yapılması halinde de tüketici sorunları hakem heyetinin itirazın iptaliyle takibin devamına ve icra inkar tazminatı istemine ilişkin karar verme yetkisinin bulunup bulunmadığı hususundadır. Tüketici Sorunları Hakem Heyetine müracaatın yapıldığı tarihte yürürlükte olan 4077 Sayılı Yasa'nın 22.maddesinin beşinci fıkrasıyla, değeri 1.161,67 TL.nin altında bulunan uyuşmazlıklarda Tüketici Sorunları Hakem Heyetine başvuru zorunluluğu getirilmiştir. Somut olayda, uyuşmazlık konusu asıl alacak 850 TL.olduğuna göre, davalının icra takibi yapmadan önce tüketici sorunları hakem heyetine müracaatı zorunludur. Uyuşmazlığın değeri itibariyle tüketici hakem heyetinin görev alanına girmesine rağmen tüketici hakem heyetine müracaat etmeksizin icra takibi yapılması ve icra takibine itiraz edilmesi halinde itirazın iptali isteminin nereden isteneceği hususunda, 28.05.2014 tarihinden önce yürürlükte bulunan 4077 sayılı Kanunda ve 28.05.2014 tarihinde yürürlüğe giren 6502 Sayılı Kanunda özel bir düzenleme yapılmamıştır. Doktrinde bir kısım yazarlar tarafından, uyuşmazlığın değeri itibariyle tüketici hakem heyetinin görev alanına girmesine rağmen tüketici hakem heyetine müracaat etmeksizin icra takibi yapılması ve icra takibine itiraz edilmesihalinde itirazın iptali istemlerinin tüketici hakem heyeti tarafından incelenmesi gerektiği ileri sürülmektedir. Ancak, bu konuda sağlıklı bir sonuca ulaşabilmek için itirazın iptail davasının düzenlendiği yasa maddelerinin ve tüketici hakem heyetinin niteliğine ilişkin yüksek yargı kararlarının incelenmesi gerekir.

İtirazın iptali davası, 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunun 67. maddesinde düzenlenmiştir. İcra ve iflas Kanunun 67.maddesine göre; takip talebine itiraz edilen alacaklı, itirazın tebliği tarihinden itibaren bir sene içinde mahkemeye başvurarak, genel hükümler dairesinde alacağının varlığını ispat suretiyle itirazın iptalini dava edebilir. Yasadaki bu açık hüküm nedeniyle itirazın iptali ancak mahkemeden istenebilir. İtirazın iptaline ilişkin istem hakkında karar verme yetisi mahkemede olduğuna göre, tüketici hakem heyetinin mahkeme niteliğinde olup olmadığının tartışılması gerekir. Anayasa Mahkemesinin 31.05.2007 tarih ve 2007/53 esas, 2007/61 karar sayılı kararı ile; yargı yetkisini Türk Milleti adına kullanacak olan bir merciin mahkeme olarak kabul edilmesi için kuruluşu, görev ve yetkileri , işleyişi ve yargılama usullerinin yasayla itirazı düzenlenmesi, karar organlarının hakimlerden teşekkül etmesi, yargılama tekniklerini uygulayarak ve genelde dava yoluyla uyuşmazlıkları ve anlaşmazlıkları çözümlemekle görevli olması, görev yapan üyelerin atanmalarının, hak ve ödevlerinin, emekliye ayrılmalarının, Anayasanın öngördüğü mahkemelerin bağımsızlığı ve hakim temineatı esaslarına göre düzenlenmiş olması ve Anayasa’da sayılan ve başından bir yüksek mahkemenin bulunduğu yargı düzenlerinden birinde yer almasının gerekli olduğu, Tüketici Sorunları Hakem Heyetinin ise, 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un değişik 22.maddesine göre, illerde Sanayi ve Ticaret İl Müdürü veya görevlendireceği bir memur, ilçelerde kaymakam veya görevlendireceği bir memur başkanlığında, belediye, baro, ticaret ve sanayi odasıyla esnaf ve sanatkar odası ve tüketici örgütlerinden seçilerek görevlendirilecek beş kişiden oluştuğu, Tüketici Sorunları Hakem Heyetinin ise, 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun'un değişik 22.maddesine göre, illerde Sanayi ve Ticaret İl Müdürü veya görevlendireceği bir memur, ilçelerde kaymakam veya görevlendireceği bir memur başkanlığında, belediye, baro, ticaret ve sanayi odasıyla esnaf ve sanatkar odası ve tüketici örgütlerinden seçilerek görevlendirilecek beş kişiden oluştuğu, Tüketici Sorunları Hakem Heyetlerinin, yargı organlarının ve mensuplarının Ana-yasa'da belirtilen niteliklerine sahip olmadığı gerekçesiyle “mahkeme” niteliği taşımadığına karar verilmiştir. Buna göre, tüketici sorunları hakem heyeti mahkeme niteliğinde değildir. Tüm bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde, tüketici sorunları hakem heyetine müracaat edildiği tarihte yürürlükte olan 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunun 22. maddesi ile davanın açıldığı tarihte ve karar tarihinde yürürlükte olan 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun'un 68. maddesinde belirlenen miktarın altında kalan uyuşmazlıklar için, icra takibi yapılmadan veya dava açılmadan önce tüketici hakem heyetine müracaat edilmesi zorunludur. 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun'un 68.maddesinde belirlenen miktarın altında kalan uyuşmazlıklar için, icra takibi yapılmadan veya dava açılmadan önce tüketici hakem heyetine müracaat edilmesi zorunludur. 6502 sayılı Tüketicinin korunması Hakkında Kanunun 68.maddesinde belirlenen miktarın altında kalan uyuşmazlıklar için, icra takibi yapılmadan veya dava açılmadan önce tüketici hakem heyetine müracaat edilmesi zorunludur. 6502 Sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunun 70/2.maddesinde, il ve ilçe tüketici hakem heyetlerinin verdiği kararların tarafları bağlayacağı ve İcra ve İflas Kanununun ilamların yerine getirilmesi hakkındaki hükümlere göre yerine getirileceği hükme bağlanmıştır. Buna göre, verdiği karar ilamlı icra yoluyla takibi mümkün olan Tüketici Hakem Heyetine müracaat etmeden ilamsız icra takibi yapmakta tüketicinin hukuki yararı yoktur. Bu durumda tüketici hakem heyetine müracaat edilip uyuşmazlıkla ilgili olarak bir karar almadan icra takibi yapılamayacağı gibi, tüketici mahkemesinde de dava açılamaz. Buna rağmen icra takibi yapılması ve icra takibine itiraz edilmesi halinde ise, itirazın iptali istemiyle tüketici hakem heyetine müracaat edilemez. Bu halde de, 650 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunun 68.maddesindeki açık hüküm nedeniyle tüketici mahkemesinin, uyuşmazlığın esasıyla ilgili karar verme yetkisi bulunmamaktadır.

Hal böyle olunca mahkemece, tüketici hakem heyetinin, itirazın iptaline ilişkin istem hakkında karar verme yetkisinin bulunmadığı gerekçesiyle tüketici hakem heyeti kararının iptaline karar verilmesi gerekirken, tüketici hakem heyetinin bu konuda karar verme yetkisinin olup olmadığı da tartışılmaksızın yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir. Açıklanan nedenlerle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının kanun yararına bozma talebinin kabulü gerekmiştir.

SONUÇ

Yukarıda açıklanan nedenlerle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın kanun yararına temyiz talebinin kabulü ile; Şanlıurfa 1. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 26.11.2014 tarih ve 2014/484 esas 2014/686 karar sayılı kararının sonuca etkili olmamak üzere kanun yararına bozulmasına,18.03.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

Feshin Geçerli Nedene Dayanması Eylem İle Fesih Arasında Açık Bir Oransızlık Bulunması

İş Akdinin Feshinde Orantılılık

İşçinin iş sözleşmesini ihlal edip etmediğinin tespitinde, sadece asli edim yükümlülükleri değil; kanundan veya dürüstlük kuralından doğan yan edim yükümlülükleri ile yan yükümlülüklerin de dikkate alınması gerekir. Sadakat yükümü, sözleşmenin taraflarına sözleşme ilişkisinden doğan borçların ifasında, karşı tarafın şahsına, mülkiyetine ve hukuken korunan diğer varlıklarına zarar vermeme, keza sözleşme ilişkisinin kapsamı dışında sözleşme ile güdülen amacı tehlikeye sokacak özellikle karşılıklı duyulan güveni sarsacak her türlü davranıştan kaçınma yükümlülüğünü yüklemektedir.

İşçinin iş sözleşmesinden doğan yükümlülüklerini kusurlu olarak ihlal ettiğini işveren ispat etmekle yükümlüdür.

İşçinin iş görme borcu, işverenin yönetim hakkı kapsamında vereceği talimatlarla somutlaştırılır. İşverenin yönetim hakkının karşıtını, işçinin işverenin talimatlarına uyma borcu teşkil eder. İşveren, talimat hakkına istinaden, iş sözleşmesinde ana hatlarıyla belirlenen iş görme ediminin, perde, nasıl ve ne zaman yapılacağını düzenler. Günlük çalışma sürecinin başlangıç ve bitiş saatlerini, ara dinlenmesinin nasıl uygulanacağını, işyerinde işin dağıtımına ilişkin ya da kullanılacak araç, gereç ve teknikler konusunda verilecek talimatlar bu türden talimatlar arasında kabul edilirler. İşverenin yönetim hakkı işyerinde düzenin sağlanmasına ve işçinin davranışlarına yönelik talimat vermeyi de kapsar. Buna karşılık, işverenin talimat hakkı, iş sözleşmesinin asli unsurlarını oluşturan, ücretin miktarı ve borçlanılan çalışma süresinin kapsamına ilişkin söz konusu olamaz. İşveren, tek taraflı olarak toplam çalışma süresini arttırmak veya ücrete etki edecek şekilde azaltmak yetkisine sahip değildir. İşverenin iş sözleşmesinin asli unsurlarını kapsayacak şekilde talimat vermesi ve iş sözleşmesindeki edim ile karşı edim arasındaki dengenin bozulması halinde, iş güvencesine ilişkin hükümlerin dolanılması söz konusu olabilir. İşverenin talimat verme hakkının, yasa, toplu iş sözleşmesi ve biraysel iş sözleşmesi ile daraltılıp genişletilmesi mümkündür. Bir başka açıdan ifade edilecek olursa işverenin talimat verme hakkı, kanun, toplu iş sözleşmesi ile bireysel iş sözleşmesi hükümleri ile sınırlıdır. Bu itibarla, işveren, ceza ve kamu hukuku hükümlerine aykırı talimatlar veremeyeceğinden, işçi bu nevi talimatlara uymak zorunda değildir. Bunun dışında işveren, işçinin kişilik haklarını ihlal eden talimatlar veremez. Keza, Medeni Kanunu'nun 2'nci maddesinde düzenlenen hakkın kötüye kullanılması yasağı gereği, işveren dürüstlük kuralına aykırı talimatlar da veremez. Şu halde işveren, diğer işçilerin lehine fakat bir veya birkaç işçinin aleyhine sonuç doğuracak eşitsizlik yaracak talimatlar veremeyeceği gibi işçiye eza ve cefa vermek amacıyla da talimatlar veremez. Buna göre, işveren talimat verirken eşit işlem borcuna riayet etmekle de yükümlüdür.

Yan yükümlere itaat borcu, günümüzde dürüstlük kuralından çıkarılmaktadır. Buna göre, iş görme edimi dürüstlük kuralının gerektirdiği şekilde ifa edilmelidir.

İş Kanununun 25'inci maddesinin II'inci bendinin (d) fıkrasına göre, işçinin işverene veya ailesine karşı şeref ve namusuna dokunacak sözler söylemesi veya davranışlarda bulunması ya da işveren hakkında şeref ve haysiyet kırıcı asılsız ihbar ve isnatlarda bulunması veya işçinin işverene veya aile üyelerinden birine sataşması haklı fesih nedeni olarak sayılmıştır. Böyle durumlarda işçi, Anayasanın 25 ve 25'ncı maddesi ile güvence altına alınmış düşünceyi açıklama özgürlüğüne dayanamaz. Buna karşılık işçinin bu ağırlıkta olmayan işverenin aleyhine sarfettiği sözler çalışma düzenini bozacak nitelikte ise geçerli fesih nedeni sayılmalıdır. Sadece işverene karşı değil, işveren temsilcisine karşı yöneltilen ve haklı feshi gerektirecek ağırlıkta olmayan aleyhe sözler geçerli fesih nedeni sayılmalıdır. Bunun gibi, işçinin, işveren veya aile üyelerinden olmamakla birlikte, işverenin yakını olan veya işverenin yakın ilişkide bulunduğu veya başka bir işte ortağı olan kişilere hakaret ve sövgüde bulunması, bu kişilere asılsız bildirim ve isnatlar yapması özellikle işverenin şahsının önemli olduğu küçük işletmeler bakımından bu durum iş sözleşmesinin feshi için geçerli neden oluşturacaktır. İşçinin, işverenin başka bir işçisine sataşması 25/ II, d hükmü uyarınca haklı fesih nedeni sayılmıştır. Sataşma niteliğinde olmadığı sürece, diğer işçilerle devamlı ve gereksiz tartışmaya girişmek, iş arkadaşları ile ciddi geçimsizlik göstermek geçerli fesih nedenidir.

Diğer tarafdan ölçülülük ilkesi uyarınca, fesihte seçilen ve uygulanan yöntemin, takip edilen amaçla mukayese edildiğinde açıkça orantısız olmaması gerekir. Bir başka anlatımla müdahalenin ağırlığı ile onun haklı kılan nedenlerin önemi ve ağırlığı arasında bir tartım yapılmalıdır.

Av. Ferman Kaya


YARGITAY 7. HUKUK DAİRESİ E: 2012/21298 K: 2015/4936 T: 18.03.2015

İŞE İADE DAVASI DAVACININ BÖLÜM MÜDÜRÜNE HAKARET VE SİNKAF ETMESİ HAKLI NEDEN • ÖLÇÜLÜLÜK İLKESİ

ÖZET: Dosya içeriğine göre davacı işçi hakkında davranışları nedeniyle iş akdinin haklı olarak feshedildiği belirtilerek davanın reddine karar verilmişse de dosyada mevcut ve fesih gerekçesi edilen tutanak konusunda dinlenen aynı zamanda tutanak tanzim eden kişiler olan davalı tanıkları beyanları göz önüne alındığında davacının eylemi ile işverence gerçekleştirilen fesih arasında açık bir oransızlık bulunduğunun anlaşıldığı, 4857 sayılı Yasanın 25. maddesinde sayılan haklı nedenle fesih sebeplerinin hiçbirinin bulunmadığı, daha önce gerçekleşen disiplin cezasına ilişkin olayların ise altı günlük hak düşürücü süre nedeniyle haklı fesih gerekçesi yapılamayacağı, kaldı ki bu eylemi nedeniyle davacıya 09.05.2011 tarihinde disiplin cezasının verilmiş olduğunun davalı taraf cevap dilekçesi ve davacının özlük dosyasındaki belgelerden anlaşıldığı, bu nedenle feshe konu edilemeyeceği, davacının eylemi ile fesih arasında açık bir oransızlık bulunduğu ve feshin geçerli nedene dayanmadığı anlaşılmakla davanın kabulü ile feshin geçersizliğinin tespitine karar verilmek gerekirken yazılı gerekçe ile davanın reddine karar verilmesi isabetsiz olup davacı temyizi bu nedenle yerinde görülmüştür.

Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen hükmün, Yargıtay'ca incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmekle, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dosya incelendi, gereği görüşüldü:

Davacı 15.10.2007-04.12.2013 tarihleri arasıda davalı şirkete ait Z. Giyim İşyerinde çalıştığını, görevini en iyi şekilde yaptığını, yüksek perfo-mans gösterdiğini, haksız ve asılsız iddialarla işten çıkartılıp zor durumda bırakılarak mağdur edildiğini, doğruluk ve bağlılığa aykırı bir davranışının bulunmadığını belirterek feshin geçersizliğine ve işe iadesine karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı şirket vekili davacının müdürleri ve çalışanları tehdit edip ağır küfürlü sözler söyleyerek sataştığını, saygı sınırını aşan davranışları ve sözlerinin son dönemde arttığını, davacıya daha önce de uyarı cezası verildiğini, feshin yasaya ve usule uygun olduğunu, iş akdinin haklı nedenle feshedildiğini belirterek davanın reddini istemiştir.

Mahkemece, 20/10/2011 günlü erkek bölümü müdühü H. bayan bölümü müdür yardımcısı E. ve çocuk bölümü müdürü S. tarafından düzenlenen tutanakta davacının diğer çalışanları tehdit ettiği, beni üzeni bende üzerim dediği, “Yiyemiyeceğim (...) altına yatmam” şeklinde hakarette ulunduğu belirtilmiştir. Davacının metni yazılan tutanakta ta görüldüğü üzere diğer çalışanlara haraket ettiği iş düzenini bozduğu tutanağın doğru olduğunun duruşmada dinlenen tutanak tanıklarınca doğrulandığı, işverence yapılan 04/12/2013 günlü feshin 4857 Sayılı Kanun'un 25/II-b maddesine göre haklı nedene dayandığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.

4857 sayılı İş Kanunu'nun 18. maddesi işverene, işçinin davranışlarından ve yeterliliğinden kaynaklanan nedenlerle iş sözleşmesini feshetme yetkisi vermiştir. İşçinin davranışlarından kaynaklanan fesihte takip edilen amaç, işçinin daha önce işlediği iş sözleşmesine aykırı davranışları cezalandırmak veya yaptırıma bağlamak değil; onun sözleşmesel yükümlülükleri ihlale devam etmesi, tekrarlaması rizikosundan kaçınmaktır. İşçinin davranışları nedeniyle iş sözleşmesinin feshedilmesi için, işçinin iş sözleşmesine aykırı, sözleşmeyi ihlal eden bir davranışının varlığı gerekir. İşçinin kusurlu davranışı ile sözleşmeye aykırı davranmış ve bunun sonucunda iş ilişkisi olumsuz bir şekilde etkilenmişse işçinin davaranışından kaynaklanan geçerli bir fesih söz konusu olur. Buna karşılık, işçinin kusur ve ihmaline dayanmayan sözleşmeye aykırı davranışlarından dolayı, işçiye bir sorumluluk yüklenemeyeceğinden işçinin davranışlarından kaynaklanan geçerli fesih nedeninden de bahsedilemez.

İşçinin davaranışlarından ve yeterliliğinden kaynaklanan nedenler, aynı yasanın 25. maddesinde belirtilen nedenler yanında, bu nitelikte olmamakla birlikte, işyerlerinde işin görülmesini önemli ölçüde olumsuz etkileyen nedenlerdir. İşçinin davranışlarından veya yetersizliğinden kaynaklanan nedenlerde, iş ilişkisinin sürdürülmesinin işveren açısından önemli ve makul ölçüler içinde beklenemeyeceği durumlarda, feshin geçerli nedenlere dayandığını kabul etmek gerekecektir.

İşçinin davranışlarına dayanan fesih, herşeyden önce, iş sözleşmesinin işçi tarafından ihlal edilmesini şart koşmaktadır. Bu itibarla, önce işçiye somut olarak hangi sözleşmesel yükümlülüğün yüklendiğini belirlendiği, daha sonra işçinin, hangi davranışı ile somut sözleşme yükümlülüğünü ihlal ettiğinin eksiksiz olarak tespit edilmesi gerekir. Şüphesiz, işçinin iş sözleşmesinin ihlali işverene derhal feshetme hakkını verecek ağırlıkta olmadığı da bu bağlamda incelenmelidir. Daha sonra ise, işçinin isteseydi yükümlülüğünü sonut olarak ihlal etmekten kaçınabilip kaçınamayacağının belirlenmesi gerekir. İşçinin somut olarak tepsit edilmiş sözleşme ihlali nedeniyle işverenin işletmesel menfaatlerinin zarar görmüş olması şarttır.

İşçinin yükümlülüklerinin kapsamı bireysel ve toplu iş sözleşmesi ile yasal düzenlemelerde belirlenmiştir. İşçinin kusurlu olarak (kasden veya ihmalle) sebebiyet verdiği sözleşme ihlalleri, sözleşmenin feshi açısından önem kazanır. Geçerli fesih sebebinden bahsedilmesi için, işçinin sözleş-mesel yükümlülüklerini mutlaka kasıtlı ihlal etmesi şart değildir. Göstermesi gereken özen yükümlülüğünün ihlal edilerek ihmali davranış ile ihlali yeterlidir. Buna karşılık, işçinin kusuruna dayanmayan davranışları, kural olarak işverene işçinin davranışlarına dayanarak sözleşmeyi feshetme hakkı vermez. Kusurun derecesi, iş sözleşmesinin feshinden sonra iş ilişkisinin arzedebileceği olumsuzluklara ilişkin yapılan tahmini teşhislerde ve menfaatlerin tartılıp dengelenmesinde rol oynayacaktır.

İşçinin iş sözleşmesini ihlal edip etmediğinin tespitinde, sadece asli edim yükümlülükleri değil; kanundan veya dürüstlük kuralından doğan yan edim yükümlülükleri ile yan yükümlerin de dikkate alınması gerekir. Sadakat yükümü, sözleşmenin taraflarına sözleşme ilişkisinden doğan borçların ifasında, karşı tarafın şahsına, mülkiyetine ve hukuken korunan diğer varlıklarına zarar vermeme, keza sözleşme ilişkisinin kapsamı dışında sözleşme ile güdülen amacı tehlikeye sokacak özellikle karşılıklı duyulan güveni sarsacak her türlü davranıştan kaçınma yükümlülüğünü yüklemektedir.

İşçinin iş sözleşmesinden doğan yükümlülüklerini kusurlu olarak ihlal ettiğini işveren ispat etmekle yükümlüdür.

İşçinin iş görme borcu, işverenin yönetim hakkı kapsamında vereceği talimatlarla somutlaştırılır. İşcerenin yönetim hakkının karşıtını, işçinin işverenin talimatlarına uyma borcu teşkil eder. İşveren, talimat hakkına istinaden, iş sözleşmesinde ana hatlarıyla belirlenen iş görme ediminin, perde, nasıl ve ne zaman yapılacağını düzenler. Günlük çalışma sürecinin başlangıç ve bitiş saatlerini, ara dinlenmesinin nasıl uygulanacağını, işyerinde işin dağıtımına ilişkin ya da kullanılacak araç, gereç ve teknikler konusunda verilecek talimatlar bu türden talimatlar arasında kasul edilirler. İşverenin yönetim hakkı işyerinde düzenin sağlanmasına ve işçinin davranışlarına yönelik talimat vermeyi de kapsar. Buna karşılık, işverenin talimat hakkı, iş sözleşmesinin asli unsurlarını oluşturan, ücretin miktarı ve borçlanılan çalışma süresinin kapsamına ilişkin söz konusu olamaz. İşveren, tek taraflı olarak toplam çalışma süresini arttırmak veya ücrete etki edecek şekilde azaltmak yetkisine sahip değildir. İşverenin iş sözleşmesinin asli unsurlarını kapsayacak şekilde talimat vermesi ve iş sözleşmesindeki edim ile karşı edim arasındaki dengenin bozulması halinde, iş güvencesine ilişkin hükümlerin dolanılması söz konusu olabilir. İşverenin talimat verme hakkının, yasa, toplu iş sözleşmesi ve biraysel iş sözleşmesi ile daraltılıp genişletilmesi mümkündür. Bir başka açıdan ifade edilecek olursa işverenin talimat verme hakkı, kanun, toplu iş sözleşmesi ile bireysel iş sözleşmesi hükümleri ile sınırlıdır. Bu itibarla, işveren, ceza ve kamu hukuku hükümlerine aykırı talimatlar veremeyeceğinden, işçi bu nevi talimatlara uymak zorunda değiltdir. Bunun dışında işveren, işçinin kişilik haklarını ihlal eden talimatlar veremez. Keza, Medeni Kanunu'nun 2'nci maddesinde düzenlenen hakkın kötüye kullanılması yasağı gereği, işveren dürüstlük kuralına aykırı talimatlar da veremez. Şu halde işveren, diğer işçilerin lehine fakat bir veya birkaç işçinin aleyhine sonuç doğuracak eşitsizlik yaracak talimatlar veremeyeceği gibi işçiye eza ve ceafa vermek amacıyla da tamilatar veremez. Buna göre, işveren talimat verirken eşit işlem sorcuna riayet etmekle de yükümlüdür.

Yan yükümlere itaat borcu, günümüzde dürüstlük kuralından çıkarılmaktadır. Buna göre, iş görme edimi dürüstlük kuralının gerektirdiği şekilde ifa edilmelitir.

İş Kanununun 25'inci maddesinin II'inci bendinin (d) fıkrasına göre, işçinin işverene veya ailesine karşı şeref ve namusuna dokunacak sözler söylemesi veya davranışlarda bulunması ya da işveren hakkında şeref ve haysiyet kırıcı asılsız ihbar ve isnatlarda bulunması veya işçinin işverene veya aile üyelerinden birine sataşması haklı fesih nedeni olarak sayılmıştır. Böyle durumlarda işçi, Anayasanın 25 ve 25'ncı maddesi ile güvence altına alınmış düşünceyi açıklama özgürlüğüne dayanamaz. Buna karşılık işçinin bu ağırlıkta olmayan işverenin aleyhine sarfettiği sözler çalışma düzenini bozacak nitelikte ise geçerli fesih nedeni sayılmalıdır. Sadece işverene karşı değil, işveren temsilcisine karşı yöneltilen ve haklı feshi gerektirecek ağırlıkta olmayan aleyhe sözler geçerli fesih nedeni sayılmalıdır. Bunun gibi, işçinin, işveren veya aile üyelerinden olmamakla birlikte, işverenin yakını olan veya işverenin yakın ilişkide bulunduğu veya başka bir işte ortağı olan kişilere hakaret ve sövgüde bulunması, bu kişilere asılsız bildirim ve isnatlar yapması özellikle işverenin şahsının önemli olduğu küçük işletmeler bakımından bu durum iş sözleşmesininfeshi için geçerli neden oluşturacaktır. İşçinin, işverenin başka bir işçisine sataşması 25/ II, d hükmü uyarınca haklı fesih nedeni sayılmıştır. Sataşma niteliğinde olmadığı sürece, diğer işçilerle devamlı ve gereksiz tartışmaya girişmek, iş arkadaşları ile ciddi geçimsizlik göstermek geçerli fesih nedenidir.

Diğer tarafdan ölçülülük ilkesi uyarınca, fesihte seçilen ve uygulanan yöntemin, takip edilen amaçla mukayese edildiğinde açıkça orantısız olmaması gerekir. Bir başka anlatımla müdahalenin ağırlığı ile onun haklı kılan nedenlerin önemi ve ağırlığı arasında bir tartım yapılmalıdır.

Dosya içeriğine göre davacı işçi hakkında davranışları nedeniyle iş akdinin haklı olarak feshedildiği belirtilerek davanın reddine karar verilmişse de dosyada mevcut ve fesih gerekçesi edilen tutanak konusunda dinlenen aynı zamanda tutanak tanzim eden kişiler olan davalı tanıkları beyanları gözönüne alındığında davacının eylemi ile işverence gerçekleştirilen fesih arasında açık bir oransızlık bulunduğunun anlaşıldığı, 4857 sayılı Yasanın 25. maddesinde sayılan haklı nedenle fesih sebeplerinin hiçbirini bulunmadığı, daha önce gerçekleşen disiplin cezasına ilişkin olayların ise altı günlük hak düşürücü süre nedeniyle haklı fesih gerekçesi yapılamayacağı, kaldıki bu eylemi nedeniyle davacıya 09.05.2011 tarihinde disiplin cezasının verilmiş olduğunun davalı taraf cevap dilekçesi ve davacının özlük dosyasındaki belgelerden anlaşıldığı, bu nedenle feshe konu edilemeyeceği, davacının eylemi ile fesih arasında açık bir oransızlık bulunduğu ve feshin geçerli nedene dayanmadığı anlaşılmakla davanın kabulü ile feshin geçersizliğinin tespitine karar verilmek gerekirken yazılı gerekçe ile davanın reddine karar verilmesi isabetsiz olup davacı temyizi bu nedenle yerinde görülmüştür.

4857 sayılı İş Kanununun 21. maddesi uyarınca, mahkemece feshin geçersizliğine karar verildiğinde, işçinin başvurusu üzerine işveren tarafından bir ay içinde işe başlatılmaz ise, işçiye ödenmek üzere en az 4, en çok 8 aylık ücreti tutarındaki tazminatın belirlenmesi gerekir. Dairemizin yerleşik uygulaması gereği, iş güvencesi niteliğindeki bu tazminat işçinin kıdemi, fesih sebebi gibi ogular dikkate alınarak belirlenmelidir. Maddenin alt ve üst sınırları aşılamaz. Üst sınırın aşılmasının tek istisnası 2821 sayılı Sendikalar Kanunun 31. maddesindeki (6356 sayılı kanun 25/5.) sendikal nedenle yapılan fesihlerdir. Bu maddede sendikal neden halinde ise işe başlatmama tazminatının işçinin en az bir yıllık ücreti tutarında belirleneceği açıklanmıştır. Dairemizin uygulaması bu yöndedir. Dairemiz yıllık ücretli izinle ilgili 53. maddedeki kıdem sürelerini dikkate alarak 6 ay ile 5 yıl arasında kımedi olan işçi için 4, 5, 15 yıldan arasında kdemi olan işçi için 5, 15 yıldan fazla kıdemi olan işçi için 6 aylık ücreti tutarında işe başlatmama tazminatın belirlenmesini öngörmekte, fesih sebebine göre bu miktarlarda azami sınır 8 aya kadar da çıkmaktadır.

Dosya içeriğine göre davacının kıdeminin 15 yılın altında olduğu nazara alınarak işe başlatmama tazminatının davacının 5 aylık brüt ücret tutarında belirlenmesi gerekir.

4857 sayılı İş Yasasının 20/3. maddesi uyarınca mahkeme kararı bozularak ortadan kaldırılmış ve Dairemizce aşağıdaki şekilde karar verilmiştir.

HÜKÜM: Yukarıda açıklanan gerekçe ile;

1- Mahkemenin kararının BOZULARAK ORTADAN KALDIRILMASINA,

2- Feshin GEÇERSİZLİĞİNE ve davacının İŞE İADESİNE

3- Davacının yasal süre içinde başvurusuna rağmen davalı işverence süresi içinde işe başlatılmaması halinde ödenmesi gereken tazminat miktarının davacının kıdemi, fesih nedeni dikkate alınarak davacının 5 aylık brüt ücreti tutarında BELİRLENMESİNE,

4- Davacı işçinin işe iadesi için işverene süresi içinde müracaatı halinde hak kazanlacak olan ve kararın kesinleşmesine kadar en çok 4 aya kadar ücret ve diğer haklarının davalıdan tahsilinin GEREKTİĞİNE,

5- Alınması gereken 27,70 TL harçtan peşin alınan 24.30 TL harcın tenzili ile bakiye 3.40 TL harç giderinin davalıdan tahsili ile Hazine'ye gelir kaydına,

6- Davacının yapmış olduğu 146.24 TL yargılama giderinin davalıdan tahsili için davacıya verilmesine, davalının yaptığı yargılama giderinin üzerinde bırakılmasına,

7- Karar tarihinde yürürlükte bulunan AAÜT'ne göre 1.500.00 TL avukatlık ücretinin davalıdan alınarak davacıya verilmesine,

8- Artan gider ve delil avansının ilgilisine iadesine,

9- Peşin alınan temyiz harcının istek halinde davacıya iadesine, 18.03.2015 gününde oybirliğiyle KESİN olarak karar verildi.

8 Ocak 2016 Cuma

Rızası Dışında Fotoğrafı Yayımlanan Kişinin Hakları

Kişinin fotoğrafının izinsiz çekilmesi ve bunun yayımlanmasının ceza hukukunda yansımaları olmakla birlikte kişi, kişilik haklarının ihlal edildiğini ileri sürüp bunu hukuk yargılamasında tazminata da konu edebilir. Bu durum ile alakalı olan Medeni Kanun hükümlerinin yanında FSEK'in 86'ncı maddesinin bu şekilde yorumlanması gerektiği yönünde Yargıtay içtihatları mevcuttur. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu FSEK m. 86'daki hükümle korunan değerin, resim, portre veya fotoğrafın eser niteliği değil, bunlarda tasvir olunan kimsenin kişilik hakkı olduğunu belirtmiştir (HGK 2001/4-926 Esas, 2001/742 Karar sayılı ilam). Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'de, özel hayat kavramının kişinin adı ve kişinin resmi gibi kişisel kimliğe bağlı olan halleri kapsadığını belirtmektedir. 

Böyle durumlarda mahkemenin, fotoğrafların kişilerin özel hayatına veya kamuoyunun gözü önünde cereyan eden hadiselere ilişkin olup olmadığı, bu şekilde elde edilen materyalin sınırlı kullanım amaçlı olup olmadığı veya genel olarak halka sunulmaya elverişli olup olmadığı hususlarını incelemelidir (22 Şubat 1994 tarihli Burghartz-İsviçre kararı, 21 Şubat 2002 tarihli Schüssel-Avusturya kararı, 31 Ocak 1995 Friendl/Avusturya kararı, 06 Kasım 2003 tarihli Von Hannover/Almanya kararı).

Aşağıdaki Yargıtay kararında tartışıldığı üzere basın özgürlüğü ile kişilik değerlerinin karşı karşıya geldiği durumlarda; hukuk düzeninin çatışan iki değeri aynı zamanda koruma altına alması düşünülemez. Bu iki değerden birinin diğerine üstün tutulması gerektiği, bunun sonucunda da, daha az üstün olan yararın daha çok üstün tutulması gereken yarar karşısında o olayda ve o an için korumasız kalmasının uygunluğu kabul edilecektir. Bunun için temel ölçüt kamu yararıdır. Gerek yazılı ve gerekse görsel basın bu işlevini yerine getirirken, özellikle yayının gerçek olmasını, kamu yararı bulunmasını, toplumsal ilginin varlığını, konunun güncelliğini gözetmeli, haberi verirken öz ile biçim arasındaki dengeyi de korumalıdır. Yine basın, objektif sınırlar içinde kalmak suretiyle yayın yapmalıdır. O anda ve görünürde var olup da sonradan gerçek olmadığı anlaşılan olayların yayınından da basın sorumlu tutulmamalıdır.

Fotoğrafın yayımlanmasından dolayı kişilik haklarının ihlali veya özel yaşantısında sıkıntılar yaşanması söz konusu ise ve kişi de topluma mal olmuş bir insan değilse, yani fotoğrafın yayımlanmasında toplumsal bir yarar ya da ilgiden de söz edilemiyorsa fotoğrafların kişinin özel hayatı ile ilgili olduğu sonucuna varılmalıdır. Fotoğraf da kişiliğinin bir parçası olduğundan fotoğrafının rıza dışında yayınlanması ile kişilik haklarının ihlal anlamına gelecektir.

Av. Ferman Kaya

Konuyla ilgili Yargıtay kararı aşağıda yer almaktadır.


Yargıtay 4. Hukuk Dairesi 2013/7425 E. , 2014/3799 K.

"İçtihat Metni"

MAHKEMESİ : Bodrum 2. Asliye Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 01/10/2012
NUMARASI : 2011/163-2012/475

Davacı H.. Ş.. vekili Avukat Z.. P.. tarafından, davalı H.. Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş vdl aleyhine 13/04/2011 gününde verilen dilekçe ile basın yoluyla kişilik haklarına saldırıdan dolayı manevi tazminat istenmesi üzerine mahkemece yapılan yargılama sonunda; davanın reddine dair verilen 01/10/2012 günlü kararın Yargıtay’ca incelenmesi davacı vekili tarafından süresi içinde istenilmekle temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra tetkik hakimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü.
 
Dava, basın yoluyla kişilik haklarına saldırıdan dolayı uğranılan manevi zararın ödetilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, istem reddedilmiş; karar, davacı tarafından temyiz edilmiştir.

Davacı, avukat olduğunu, 03/04/2010 tarihinde Bodrum'a tatile gittiğini, davalılardan D.. Haber Ajansı A.Ş' nin muhabiri tarafından sahilde bikinili fotoğraflarının çekildiğini, bu fotoğrafların diğer davalı gazetelerin internet sayfasında değişik başlıklar ile yayınlanan haberin ekinde kullanıldığını, izinsiz olarak çekilen ve rızası dışında yayınlanan fotoğraflar yüzünden özel yaşamının olumsuz etkilendiğini, kişilik haklarının saldırıya uğradığını iddia ederek uğradığı manevi zararın ödetilmesi isteminde bulunmuştur.
 
Davalılar, dava konusu edilen haberlerin konusunun davacı ile ilgisi bulunmadığını, içeriğinde davacının isminin geçmediğini, ancak fotoğrafının bulunduğunu, fotoğrafın kişilik hakları kapsamında tazminata konu edilebilecek nitelikte bulunmadığını, davanın usul ve esas yönlerden reddi gerektiğini savunmuşlardır.

Mahkemece, dava konusu haberde elinin arkasında fotoğraf makinesi gizleyen bir takım kişilerin plajda gezinmekte oldukları ve güneşlenen bayanları taciz ettiklerinin anlatıldığı, davacının doğrudan ya da dolaylı olarak hedef alınmadığı anlaşıldığından istemin reddine karar verilmiştir.

Basın özgürlüğü, Anayasanın 28. maddesi ile 5187 sayılı Basın Yasasının 1. ve 3. maddelerinde düzenlenmiştir. Bu düzenlemelerde basının özgürce yayın yapmasının güvence altına alındığı görülmektedir. Basına sağlanan güvencenin amacı; toplumun sağlıklı, mutlu ve güvenlik içinde yaşayabilmesini gerçekleştirmektir. Bu durum da halkın dünyada ve özellikle içinde yaşadığı toplumda meydana gelen ve toplumu ilgilendiren konularda bilgi sahibi olması ile olanaklıdır. Basın, olayları izleme, araştırma, değerlendirme, yayma ve böylece kişileri bilgilendirme, öğretme, aydınlatma ve yönlendirmede yetkili ve aynı zamanda sorumludur. Basının bu nedenle ayrı bir konumu bulunmaktadır.
 
Bunun içindir ki, bu tür davaların çözüme kavuşturulmasında ayrı ölçütlerin koşul olarak aranması, genel durumlardaki hukuka aykırılık teşkil eden eylemlerin değerlendirilmesinden farklı bir yöntemin izlenmesi gerekmektedir. Basın dışı bir olaydaki davranış biçiminin hukuka aykırılık oluşturduğunun kabul edildiği durumlarda, basın yoluyla yapılan bir yayındaki olay hukuka aykırılık oluşturmayabilir.
 
Ne var ki basın özgürlüğü sınırsız olmayıp, yayınlarında Anayasanın Temel Hak ve Özgürlükler bölümü ile Türk Medeni Kanununun 24 ve 25. maddesinde yer alan ve yine özel yasalarla güvence altına alınmış bulunan kişilik haklarına saldırıda bulunulmaması da yasal ve hukuki bir zorunluluktur.
 
Kişilik hakları şahsa sıkı sıkıya bağlı, devredilemeyen ve vazgeçilemeyen haklar olup hayat beden ve ruh tamlığı, düşünce ve çalışma özgürlüğü, şeref, haysiyet, ad ve resim üzerindeki haklar olarak sayılabilir ve bu sayılanlarla da sınırlı değildir. Bir kimsenin resmi üzerindeki kişilik hakkı Medeni Hukuk yönünden korunduğu gibi 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununda getirilen özel düzenlemeler ile de korunmaktadır.

FSEK 86. maddesi "Eser niteliğinde olmasalar bile, resim ve portreler tasvir edilenin, tasvir edilen ölmüşse 19 uncu maddenin birinci fıkrasında sayılanların muvafakati olmadan tasvir edilenin ölümünden 10 yıl geçmedikçe, teşhir veya diğer suretlerle umuma arzedilemez" biçiminde düzenlenmiştir. Aynı maddenin ikinci fıkrasında hangi hallerde kişinin resminin rızası aranmadan teşhir edilebileceği sıralanmıştır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, yasanın bu hükmü ile korunan değerin, resim, portre veya fotoğrafın eser niteliği değil, bunlarda tasvir olunan kimsenin kişilik hakkı olduğunu belirtmiştir. (HGK 2001/4-926 Esas, 2001/742 Karar sayılı ilam) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'de, özel hayat kavramının kişinin adı ve kişinin resmi gibi kişisel kimliğe bağlı olan halleri kapsadığını belirtmektedir. Fotoğraflarla ilgili olarak Mahkeme, fotoğrafların kişilerin özel hayatına veya kamuoyunun gözü önünde cereyan eden hadiselere ilişkin olup olmadığı, bu şekilde elde edilen materyalin sınırlı kullanım amaçlı olup olmadığı veya genel olarak halka sunulmaya elverişli olup olmadığı hususlarını inceler. (22 Şubat 1994 tarihli Burghartz-İsviçre kararı, 21 Şubat 2002 tarihli Schüssel-Avusturya kararı, 31 Ocak 1995 Friendl/Avusturya kararı, 06 Kasım 2003 tarihli Von Hannover/Almanya kararı) Basın özgürlüğü ile kişilik değerlerinin karşı karşıya geldiği durumlarda; hukuk düzeninin çatışan iki değeri aynı zamanda koruma altına alması düşünülemez. Bu iki değerden birinin diğerine üstün tutulması gerektiği, bunun sonucunda da, daha az üstün olan yararın daha çok üstün tutulması gereken yarar karşısında o olayda ve o an için korumasız kalmasının uygunluğu kabul edilecektir. Bunun için temel ölçüt kamu yararıdır. Gerek yazılı ve gerekse görsel basın bu işlevini yerine getirirken, özellikle yayının gerçek olmasını, kamu yararı bulunmasını, toplumsal ilginin varlığını, konunun güncelliğini gözetmeli, haberi verirken öz ile biçim arasındaki dengeyi de korumalıdır. Yine basın, objektif sınırlar içinde kalmak suretiyle yayın yapmalıdır. O anda ve görünürde var olup da sonradan gerçek olmadığı anlaşılan olayların yayınından da basın sorumlu tutulmamalıdır.
 
Somut olaya gelince; Davacı İzmir Barosuna kayıtlı bir avukattır. Bodrum'da tatilini geçirirken deniz kenarında bikinili fotoğrafları çekilmiştir. Bu fotoğraflarda davacı dışında arkası dönük vaziyette ellerinde fotoğraf makinesi olan üç erkek şahısta bulunmaktadır. Dava konusu fotoğraf karesi davalılara ait internet sitelerinde “Türk erkeğinin utanç günü” başlığı ile yayınlanmaktadır. Esasen fotoğraf karesinde yer alan erkek şahıslar habere konu edilmiş ise de davacı tanınır biçimde fotoğrafta yer almakta, hatta fotoğrafa bakıldığında daha ön planda algılandığı görülmektedir. Davacı söz konusu fotoğrafların yayınlanması nedeni ile özel yaşantısında sıkıntılar yaşadığını ifade etmiştir. Davacı tanıklarının anlatımları bu iddiayı doğrular niteliktedir. Fotoğrafların çekildiği alan yalıtılmış bir alan olmamakla birlikte günlük yaşantı içinden rastgele bir kare de değildir. Davacı, tatilde, deniz kenarında fotoğraflanmıştır. Davacı fotoğraflandığı anda, normal yaşantısında, mesleki faaliyetinde değildir. Bir başka anlatımla davacı, aile ve iş yaşantısını geçirdiği ortamdan ayrılmış, gündelik yaşantısı içinde karşı karşıya gelebileceği insanların gözü önünde olmadığına inandığı bir ortamda bulunmakta ve davranışlarına da bu şekilde yön vermektedir. Davacı topluma mal olmuş bir insan olmadığına göre bikinili fotoğraflarının yayınlanmasında toplumsal bir yarar ya da ilgiden de söz edilemeyeceğinden fotoğrafların davacının özel hayatı ile ilgili olduğu sonucuna varılmalıdır.

İfade özgürlüğü fotoğrafların yayınlanmasını da kapsamakla birlikte bu alan değerlerinin, ünlerinin ve haklarının korunmasının özel önem arz ettiği bir alandır. Mevcut dava fikirlerin değil şahıs hakkında kişisel görüntülerin yayınlanması ile ilgilidir. Bu şartlar altında ifade özgürlü daha dar yorumlamayı gerektirmektedir. Fotoğrafların davacının bilgisi ve rızası dışında çekildiği, tanınır biçimde yayınlandığı da göz ardı edilmemelidir. Bu durumda davacının kişiliğinin bir parçası olan fotoğrafının rızası dışında davalılarca yayınlanması ile kişilik haklarının ihlal edildiği sonucuna varılarak, davacı yararına uygun bir manevi tazminata hükmedilmesi gerekirken istemin tümden reddi doğru olmamış, kararın bozulması gerekmiştir.
 
SONUÇ: Temyiz olunan kararın yukarıda gösterilen nedenlerle BOZULMASINA ve peşin alınan harcın istek halinde geri verilmesine 06/03/2014 gününde oyçokluğuyla karar verildi. 

KARŞI OY YAZISI

Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı kanıtlarla yasaya uygun gerektirici nedenlere, özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik görülmemesine göre yerinde bulunmayan temyiz itirazlarının reddiyle usul ve yasaya uygun olan hükmün onanması görüşünde olduğumuzdan sayın çoğunluğun bozma kararına katılmıyoruz. 06/03/2014

kaynak: https://emsal.yargitay.gov.tr/VeriBankasiIstemciWeb/GelismisDokumanAraServlet

Aile konutu şerhi bulunmasa da bunu bilebilecek durumda olan veya bilen kişinin iyiniyetinin bulunduğunun kabul edilemeyeceği

Durumun gereklerine göre kendisinden beklenen özeni göstermeyen kimse iyiniyet iddiasında bulunamaz. Bir olayı bilebilecek durumda olan veya bilen kişinin iyiniyetinin bulunduğu kabul edilmeyeceği Yargıtay Hukuk Genel Kurulu tarafından karara bağlanmıştır. Kararda özetle: "Kanunun iyiniyete hukuki sonuç bağladığı durumlarda asıl olan iyiniyetin varlığıdır. Ancak durumun gereklerine göre kendisinden beklenen özeni göstermeyen kimse iyiniyet iddiasında bulunamaz. Tacir olan bankanın basiretli bir iş adamı gibi hareket etme zorunluluğu vardır. Davalı banka ipotek işlemlerinin tesisi esnasında dava konusu taşınmazın aile konutu olup olmadığı yönünde bir araştırma yapmamıştır. Bu durumda ipotek işlemi tesis eden davalı bankanın basiretli bir iş adamı gibi hareket ettiği ve özen yükümlülüğüne uygun davrandığı söylenemeyeceğinden davalı bankanın iyiniyet iddiası dinlenemez."

Av. Ferman Kaya

YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2015/2-247
K. 2015/2323
T. 21.10.2015

* BANKANIN İYİNİYETİ / KÖTÜNİYETİ (Aile Konutu Üzerindeki İpoteğin Kaldırılması İstemi - Tapu Kaydında İpotek Tesis Edildiği Tarihte Aile Konutu Şerhi Bulunmasa da Bunu Bilebilecek Durumda Olan Veya Bilen Kişinin İyiniyetinin Bulunduğunun Kabul Edilemeyeceği/Lehine İpotek Tesis Edilenin Kötüniyetli Olduğunu Kanıtlama Yükümlülüğünün Buna İddia Edene Düştüğü ve Davalı Bankanın Kötüniyetli Olduğununun Kanıtlanmadığı Gerekçesi İle Davanın Reddinin Doğru Olmadığı)

* İPOTEĞİN KALDIRILMASI İSTEMİ (Davalı Eşin Dava Konusu Aile Konutu Üzerinde Diğer Davalı Banka Lehine İpotek Tesis Ettiği ve Bu İşlem Sırasında Davalı Banka Tarafından Davacı Eşin Açık Rızasının Alınmadığı - Yapılan İşlemin Geçerli Olduğunun Kabul Edilemeyeceği/Davanın Kabulünün Yerinde Olduğu)

* AİLE KONUTU ŞERHİ (Dava Konusu Taşınmazın Tapu Kaydında İpotek Tesis Edildiği Tarihte Aile Konutu Şerhi Bulunmadığı/Davalı Eşin Dava Konusu Aile Konutu Üzerinde Diğer Davalı Banka Lehine İpotek Tesis Ettiği Sırada Banka Tarafından Davacı Eşin Açık Rızasının Alınmadığı - Yapılan İşlemin Geçerli Olduğunun Kabul Edilemeyeceği)

* İYİNİYET (Tapuda Aile Konut Şerhi Olmasa da Bunu Bilebilecek Durumda Olan veya Bilen Kişinin İyiniyetinin Bulunduğunun Kabul Edilmesinin Mümkün Olmadığı - Davalı Banka Tarafından Davacı Eşin Açık Rızasının Alınmadığından Yapılan İşlemin Geçerli Olduğunun Kabul Edilemeyeceği)

* EŞİN AÇIK RIZASININ BULUNMAMASI (Davalı Banka Tarafından Davacı Eşin Açık Rızasının Alınmadığı - Yasa Eşin Açık Rızasını Aradığından Yapılan İşlemin Geçerli Olduğunu Kabul Etmenin İmkansız Olduğu/Davanın Kabulüne Karar Verilmesi ve Bu Kararda Direnilmesinin Usul ve Yasaya Uygun Olduğu/İpoteğin Kaldırılması İstemi)

4721/m.6,193,194,1023

ÖZET : Dava, aile konutu üzerindeki ipoteğin kaldırılması ve aile konutu şerhi konulması istemine ilişkindir. Tapuda aile konut şerhi olmasa da bunu bilebilecek durumda olan veya bilen kişinin iyiniyetinin bulunduğunun kabul edilmesi mümkün değildir. Dava konusu taşınmazın tapu kaydında ipotek tesis edildiği tarihte aile konutu şerhi bulunmadığı açıktır. Davalı eş dava konusu aile konutu üzerinde diğer davalı banka lehine ipotek tesis etmiş, bu işlem sırasında davalı banka tarafından davacı eşin açık rızası alınmamıştır. Bu durumda, TMK'nın 194/1 maddesi eşin açık rızasını aradığından, yapılan işlemin geçerli olduğunu kabul etmek imkansızdır. Hal böyle olunca, mahkemece yasal düzenleme ve ilkelere uygun değerlendirme yapılarak davanın kabulüne karar verilmesi ve bu kararda direnilmesi usul ve yasaya uygun olup; direnme kararının onanması gerekir.

DAVA : Taraflar arasındaki “ipoteğin kaldırılması ve aile konutu şerhi konulması” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Akhisar Aile Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 28.06.2013 gün ve 2013/292 E. 2013/398 K. sayılı kararın incelenmesi davalılardan Vakıflar Bankası TAO vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 17.02.2014 gün ve 2014/1158 E. 2014/2936 K. sayılı ilamı ile;

(... Mahkemece davacı kadının rızası alınmadan davalı koca adına tapuda kayıtlı olan ve aile konutu niteliğindeki taşınmaza davalı banka tarafından ipotek konulduğu belirtilerek davanın kabulü ile ipoteğin kaldırılmasına karar verilmiştir. Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür (TMK. md.6). İpotek tesisine ilişkin işlemden önce taşınmazın tapu kütüğünde "aile konutu' olduğuna ilişkin bir şerh bulunmamaktadır. Bu durumda davalı bankanın ipoteğe ilişkin kazanımı iyi niyetli ise korunur (TMK. md. 1023). Kanunun iyiniyete hukuki bir sonuç bağladığı durumlarda asıl olan iyiniyetin varlığıdır. İyiniyetin varlığı asıl olduğuna göre lehine ipotek tesis edilenin kötüniyetli olduğunu kanıtlama yükümlülüğü buna iddia edene düşer (TMK. md.6). Toplanan delillerden davacı, lehine ipotek tesis edilen davalı bankanın kötü niyetli olduğunu kanıtlayamamıştır. Bu durum nazara alınmadan, davanın reddi yerine yazılı gerekçe ile kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiştir...),

Gerekçesi ve oyçokluğu ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

KARAR : Dava, aile konutu üzerindeki ipoteğin kaldırılması ve aile konutu şerhi konulması istemine ilişkindir.

Davacı F. T. vekili 06.02.2009 harç tarihli dava dilekçesinde özetle; “davalılardan M. T.'in müvekkilinin eşi olduğunu, 24 yıldan beri evli olduklarını, davalı Metin'in eşi ve çocukları ile birlikte 24 yıldan beri yaşadıkları R... Mah. 418 ada 21 parselde kayıtlı taşınmazın 3. katındaki 9 nolu bağımsız bölümde müvekkilinin rızasını almadan Vakıflar Bankası Akhisar Şubesi lehine ipotek tesis ettiğini, yıllardır oturdukları ve çocuklarını büyüttükleri ve mülkiyeti kayınpederi B. T. ait olan aile konutunun tapusunun eşine geçtiğinden ve eşinin ipotek verdiğinden haberdar olmadığını, davalı bankanın diğer davalının evli olduğunu bilerek ve yasaya aykırı olarak davalının evi üzerine ipotek tesis ettiğini iddia ederek ipoteğin kaldırılmasına ve taşınmaz üzerine aile konutu şerhi konulmasına” karar verilmesini istemiştir.

Davalı M. T. cevap vermediği gibi duruşmalara da katılmamıştır.

Davalı Türkiye Vakıflar Bankası TAO vekili 02.04.2009 havale tarihli cevap dilekçesinde özetle; “açılan davanın haksız ve dayanaksız olduğunu, müvekkil bankanın müşterisi M... K... firmasının kullandığı ve kullanacağı kredilerin teminatını teşkil etmek üzere M. T. tarafından taşınmaz üzerine ipotek tesis edildiğini, diğer davalının evli olduğunu bilerek ipotek işlemi yapıldığı iddiasının hiçbir dayanağının olmadığını, müvekkilinin MK 1023 maddesi gereğince iyiniyetli olarak kabul edilmesi gerektiğini, dava konusu taşınmazın aile konutu olarak özgülenmesinin mümkün olmadığını, taşınmazın M. T. adına 31/07/2006 tarihinde devir ve tescil edildiğini, ipotek tesis tarihinin 02/08/2006 olduğunu bu süre içinde konutun aile konutu olarak özgülenmesinin mümkün olmadığını, 1 gün önce diğer davalı mülkiyetine geçen taşınmazın aile konutu olup olmadığını araştırma yükümlülüğünün yüklenmesinin doğru olmadığını” savunarak davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

Mahkemece, “MK'nun 1023. maddesi uyarınca davalı bankanın kazanımının korunması için iyiniyetli olması gerekir. Kanunun iyiniyete hukuki sonuç bağladığı durumlarda asıl olan iyiniyetin varlığıdır. Ancak durumun gereklerine göre kendisinden beklenen özeni göstermeyen kimse iyiniyet iddiasında bulunamaz. Tacir olan bankanın basiretli bir iş adamı gibi hareket etme zorunluluğu vardır. Davalı banka ipotek işlemlerinin tesisi esnasında dava konusu taşınmazın aile konutu olup olmadığı yönünde bir araştırma yapmamıştır. Bu durumda ipotek işlemi tesis eden davalı bankanın basiretli bir iş adamı gibi hareket ettiği ve özen yükümlülüğüne uygun davrandığı söylenemeyeceğinden davalı bankanın iyiniyet iddiası dinlenemez. Davacının açık rızası alınmadan tesis edilen ipotek işlemi geçersizdir” gerekçesi ile davanın kabulüne dava konusu aile konutu üzerindeki ipoteğin kaldırılmasına ve taşınmaza aile konutu şerhi konulmasına dair verilen karar, davalı T. 21.10.2015Vakıflar Bankası TAO vekilinin temyizi üzerine, Özel Dairece yukarıda açıklanan nedenlerle ve oyçokluğu ile bozulmuştur.

Mahkemece, önceki gerekçelerle ipoteğin kaldırılmasına dair ilk kararda direnilmiştir. Direnme kararı, davalı Vakıflar Bankası TAO vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; tapu kaydında aile konut şerhi bulunmayan taşınmaz üzerine konulan ipoteğin TMK 194 ve 1023 maddeleri dikkate alındığında kaldırılıp kaldırılmayacağı noktasında toplanmaktadır.

İlgili iç hukuk mevzuatına bakılacak olursa:

4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun “Eşlerin hukuki işlemleri” başlıklı 193. Maddesi

“Madde 193- Kanunda aksine hüküm bulunmadıkça, eşlerden her biri diğeri ve üçüncü kişilerle her türlü hukukî işlemi yapabilir.”

Şeklindedir.

4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun “Aile konutu” başlıklı 194/1. maddesinin ilgili bölümü,

II. Aile konutu

Madde 194- Eşlerden biri, diğer eşin açık rızası bulunmadıkça, aile konutu ile ilgili kira sözleşmesini feshedemez, aile konutunu devredemez veya aile konutu üzerindeki hakları sınırlayamaz…”

ve “İyiniyetli üçüncü kişilere karşı” başlıklı 1023. Maddesi

Madde 1023- Tapu kütüğündeki tescile iyiniyetle dayanarak mülkiyet veya bir başka aynî hak kazanan üçüncü kişinin bu kazanımı korunur.

şeklindedir.

TMK 193 maddesi dikkate alındığında kural olarak eşlerin birbirleri ve üçüncü kişilerle her türlü hukuki işlem yapma serbestisi Türk Medeni Kanunu felsefesi içinde kabul edilmişken, TMK 194 maddesi ile ile bu kurala istisna getirilmiş, aile konutu üzerindeki hakların sınırlandırılması esası kabul edilmiştir. Düzenleme ile malik olmayan eşe, aile konutu ile ilgili tapu kütüğüne şerh verilmesini isteme hakkı tanınmış, eşlerin aile konutu ile ilgili bazı hukuksal işlemlerinin diğer eşin rızasına bağlı olduğu kuralı getirilerek eşlerin hukuki işlem özgürlüğü, “aile birliğinin” korunması amacıyla sınırlandırılmıştır. Buna göre, eşlerden biri diğer eşin açık rızası bulunmadıkça, aile konutu ile ilgili kira sözleşmesini feshedemez, aile konutunu devredemez ve aile konutu üzerindeki hakları sınırlayamaz. Bir diğer deyişle, aile konutunun maliki olan eş aile konutundaki yaşantıyı güçlüğe sokacak biçimde, aile konutunun ipotek edilmesi gibi tek başına bir ayni hakla sınırlandıramaz. Bu sınırlandırma ancak diğer eşin açık rızası alınarak yapılabilir.

Aile konutu olarak özgülenen taşınmaz malın maliki olmayan eş tarafından, tapu kütüğüne konutla ilgili gerekli şerhin verilmemesi halinde, işlem tarafı iyiniyetli üçüncü kişinin 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu'nun 1023. maddesi hükmünden yararlanacağı kabul edilmektedir (HGK. 24.04.2013, E. 2012/2-1567, K. 2013/579). Bu durum aile konutu olarak kullanılan taşınmazın tapu kaydında, konutun bu niteliğini gösteren şerh olmaması hali ile ilgilidir ve taşınmazın aile konutu olduğunu bilmeyen ya da bilemeyecek durumda olan üçüncü kişinin tapuya güven ilkesinden yararlanması asıldır. Tapuda aile konut şerhi olmasa da bunu bilebilecek durumda olan veya bilen kişinin iyiniyetinin bulunduğunun kabul edilmesi mümkün değildir.

Nitekim benzer ilkeler Hukuk Genel Kurulunun 15.04.2015 gün ve 2013/2-2056 ve 2015/1201, 19.06.2015 gün ve 2015/2-528, 2015/1713 sayılı kararlarında da kabul edilmiştir.

Somut olay gelince, dava konusu taşınmazın tapu kaydında ipotek tesis edildiği tarihte aile konutu şerhi bulunmadığı açıktır. Davalı eş dava konusu aile konutu üzerinde diğer davalı banka lehine ipotek tesis etmiş, bu işlem sırasında davalı banka tarafından davacı eşin açık rızası alınmamıştır. Bu durumda, TMK'nın 194/1 maddesi eşin açık rızasını aradığından, yapılan işlemin geçerli olduğunu kabul etmek imkansızdır.

Hal böyle olunca, mahkemece yukarıda açıklanan yasal düzenleme ve ilkelere uygun değerlendirme yapılarak davanın kabulüne karar verilmesi ve bu kararda direnilmesi usul ve yasaya uygun olup; direnme kararının onanması gerekir.

SONUÇ: Davalı T. 21.10.2015Vakıflar Bankası T.A.O. vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, aşağıda dökümü yazılı (8.197,40 TL) harcın temyiz edenden alınmasına, 21.10.2015 gününde oybirliği ile karar verildi.

7 Ocak 2016 Perşembe

Beş Yıl Süreli Kira Sözleşmesinin On Yıla Uzama Koşulu Yargıtay Kararı


BEŞ YIL SÜRELİ KİRA SÖZLEŞMESİ ON YIL UZAMA KOŞULU

ÖZET: Beş yıl süreli yapılan kira sözleşmesinin on yıllık uzama süresi tamamlanmamış olduğundan tahliye isteminin reddine karar verilmelidir.

Yargıtay YARGITAY 6. HUKUK DAİRESİ E: 2015/5447 K: 2015/6383 T: 24.06.2015

Dava, Türk Borçlar Kanunu'nun 347. maddesi hükmüne göre kiralayanın on yıllık uzama süresi sonunda bildirimde bulunmak koşuluyla tahliye istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulü ile tahliyeye karar verilmiş, hüküm dahili davalı Ö. U.tarafından temyiz edilmiştir.

6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun 347/1. maddesi hükmüne göre konut ve çatılı işyeri kiralarında kiraya veren sözleşme süresinin bitimine dayanarak sözleşmeyi sona erdiremez. Ancak, on yıllık uzama süresi sonunda kiraya veren, bu süreyi izleyen her uzama yılının bitiminde en az üç ay önce bildirimde bulunmak koşuluyla herhangi bir sebep göstermeksizin sözleşmeye son verebilir.

6101 Sayılı Türk Borçlar Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanunun Geçici 2. Maddesi uyarınca, bu Kanunun yürürlüğe girmesinden önce TBK'nın 347. maddesinin birinci fıkrasının son cümlesinde öngörülen kira sözleşmelerinden 10 yıllık uzama süresi dolmamış olmakla birlikte geri kalan süre beş yıldan daha kısa olanlar hakkında yürürlüğe girdiği tarihten itibaren beş yıl, on yıllık uzama süresi dolmuş olanlar hakkında da yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 2 yıl sonra uygulanacağı öngörülmüştür.

Olayımıza gelince; taraflar arasında 01.10.2003 başlangıç tarihli kira sözleşmesi hakkında uyuşmazlık bulunmamaktadır. Sözleşmenin ilk sayfasında her ne kadar kira süresi 1 yıl olarak belirtilmişse de, hususi şartlar 7. maddesinde kontrat süresinin 5 yıl olduğu görülmekte olup özel şartlarda düzenlenen bu hükme göre sözleşme süresinin 5 yıl olduğunun kabulü gerekmektedir. 5 yıllık kira sözleşmesine göre 10 yıl uzama süresinin tamanlanmamış olduğu bu nedenle 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanun'unun 347 maddesinde belirtilen şartların oluşmadığı görülmekle tahliye isteminin reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçe ile tahliyeye karar verilmesi doğru görülmemiştir.

Hüküm bu nedenle bozulmalıdır.

SONUÇ

Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz itirazlarının kabulü ile 6100 sayılı HMK.ya 6217 Sayılı Kanunla eklenen geçici 3. madde hükmü gözetilerek HUMK'un 428. maddesi uyarınca hükmün BOZULMASINA, istek halinde peşin alınan temyiz harcının temyiz edene iadesine, 24.06.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

Kaynak: https://baronet.istanbulbarosu.org.tr/karar_arsivi/karar/bes-yil-sureli-kira-sozlesmesi-on-yil-uzama-kosulu/yea1