16 Eylül 2015 Çarşamba

İş İlişkisinin Sonlandırmada İbranamenin Geçerliliği Sorunu

İbra Sözleşmesi

İbra sözlük anlamı ile aklama, temize çıkarma anlamında; ibraname ise aklama belgesi anlamında kullanılmaktadır (TDK Büyük Sözlük). İbra sözleşmesi daha önce ne Borçlar Kanunu'nda ne de İş Kanunlarında yer almaktaydı; iş ilişkilerinde ibranamelerin geçerliliği, hüküm ve sonuçları Yargıtay içtihatları ile belirlenen esaslara göre yönlendirilmekteydi. Hukukumuzda ibra sözleşmeleri ilk kez Türk Borçlar Kanunu'nun (TBK, 6098 Sayılı Kanun) 132'nci ve 420'nci maddeleri hükümleriyle yasal dayanağa kavuşturulmuştur.

TBK'dan önce yasal olarak düzenlenmediğinden Yargıtay'ın kökleşen ilke kararlarına göre ibra sözleşmesinin geçerliliği, yerine getirilmesi oldukça zor koşullara bağlanmıştır.


İşin özgünlüğüne göre değişiklilk göstermekle birlikte Yargıtay içtihatlarına göre genel olarak ibranamenin geçerli olabilmesi için;


- İbraname, iş akdinin feshinden sonra düzenlenmiş olmalı ve buna ilişkin tarih ibranameye işlenmelidir.

- Ödeme yapılacak toplam rakamla birlikte, tüm ödeme kalemleri açık bir şekilde yazılmış olmalıdır.

- İbranamede tarafların isim ve adresleri bulunmalıdır..

- Alacağın kalmadığı özellikle vurgulanmalıdır.

- Ödeme şekline yer verilmelidir.

- Tarafların imzaları yer almalıdır.

Av. Ferman Kaya


İbra sözleşmesinin  geçerliliğine ilişkin hususların tartışıldığı aşağıdaki Yargıtay kararını incelemek faydalı olacaktır.

Yargıtay 9. Hukuk Dairesi 2007/30184 E., 2008/33378 K. T.18.3.2008

İBRA, İBRA SÖZLEŞMESİ, İŞ İLİŞKİSİ, KIDEM TAZMİNATI

"İçtihat Metni"

Davacı, kıdem, ihbar tazminatı alacağının ödetilmesine karar verilmesini istemiştir.

Yerel mahkeme, davayı reddetmiştir. 

Hüküm süresi içinde davacı avukatı tarafından temyiz edilmiş olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi B.Ünal tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

Y A R G I T A Y K A R A R I 

Davalıya ait yurt dışı işyerinde 02.06.1999- 22.11.2003 tarihleri arasında aralıklı olarak 3 dönem çalışan davacı, kıdem ve ihbar tazminatı ile yıllık ücretli izin, fazla mesai ve hafta tatil ücret alacağının davalı işverenden tahsilini talep etmiştir.

Davalı işveren vekili, davacının aralıklı her dönem çalışmasının bir yıldan az olması nedeni ile kıdem tazminatına hak kazanmadığını, ayrıca her dönem sonunda davalı işvereni ibra ettiğini ve ibraname düzenlendiğini belirterek davanın reddi gerektiğini savunmuştur.

Mahkemece, savunmaya değer verilerek, sunulan ibranamelere göre davacının çalıştığı dönemler için işvereni ibra ettiği gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir. 

Taraflar arasında, düzenlenen ibranamenin geçerli olup olmadığı uyuşmazlık konusudur.

İbra sözleşmesi, İsviçre Borçlar Kanununun 115. maddesinde düzenlendiği halde Türk Borçlar Kanununa bu madde alınmamıştır. Bir kanunda ana kurallar ve kurumlar oluşturulurken ibra gibi önemli bir kuruma yer verilmemiş oluşunun ancak hata sonucu olabileceği öğretide ileri sürülmüştür(Berki, Şakir: Borçların Sukutu, AÜHF, Cilt XII. s. 237). Bununla birlikte gerek öğretide gerek uygulamada ibraname, bir borcun tam ya da kısmen ifa edilmeden sona ermesini sağlayan özel sukut nedeni olarak kabul edilmektedir (Feyzioğlu, F.N: Borçlar Hukuku Umumi Hükümler, Cilt II, İstanbul 1969, s. 351). Bu noktada ibra sözleşmesinin bir ödeme yönünde bir anlaşma olmadığı, borcun kısmen ya da tamamen tatmin edilemeyen sona erme şekillerinden biri olduğu belirtilmelidir. 

İş Hukukunda ibra sözleşmesi ibraname adıyla yaygın bir uygulama alanı bulmaktadır. İbra sözleşmesinin tanımı, şekli ve hükümlerinin Borçlar Kanununda düzenlenmesi gerekliliğinin ötesinde, İş Hukukunun işçiyi koruyucu özelliği sebebiyle İş Kanunlarında normatif hüküm olarak ele alınması gerektiği açıktır.

İşçi, emeği karşılığında aldığı ücret ve diğer parasal hakları ile kendisinin ve ailesinin geçimini temin etmektedir. Bu açıdan bakıldığında bir işçinin nedensiz yere işvereni ibra etmesi hayatın olağan akışına uygun düşmemektedir. İş Hukukunda ibra sözleşmeleri dar yorumlanmalı ve borcun asıl sona erme nedeni ifa olarak ele alınmalıdır. Borcun tatmin edilemeyen sona erme şekillerinden biri olan ibra sözleşmelerine İş Hukuku açısından sınırlı biçimde değer verilmelidir.

Yeni Borçlar Kanunu tasarısında bu konuya değinilmiş ve 419. maddesinde, işçi ve işveren ilişkileri açısından ibra sözleşmesine dair bazı kurallara yer verilmiştir. Bahsi geçen düzenleme de, işçilik alacaklarını sona erdiren ibra sözleşmelerinin sınırlı biçimde ele alınması gerektiğini göstermektedir. Bu itibarla Borçlar Kanunun irade fesadını düzenleyen 23-31. maddeleri arasında düzenlenmiş olan irade fesadı hallerinin İş Hukukunda ibra sözleşmeleri bakımında çok daha titizlikle ele alınması gerekir. İbra sözleşmesi yapılırken taraflardan birinin esaslı hataya düşmesi, diğer tarafın ya da üçüncü şahsın hile ya da korkutmasıyla karşılaşması halinde ibra iradesine değer verilemez.

Öte yandan Borçlar Kanunun 21. maddesinde sözü edilen aşırı yararlanma (gabin) ölçütünün de ibra sözleşmelerinin geçerliliği noktasında değerlendirilmesi gerekir.

İş ilişkisinin devamı sırasında düzenlenen ibra sözleşmeleri geçerli değildir. İşçi bu dönemde tamamen işverene bağımlı durumdadır ve iş güvencesi hükümlerine rağmen iş ilişkisinin devamını sağlamak ya da bir kısım işçilik alacaklarına bir an önce kavuşabilmek için iradesi dışında ibra sözleşmesi imzalamaya yönelmiş sayılmalıdır.

İbra sözleşmesi, varlığı tartışmasız olan bir borcun sona erdirilmesine dair bir yol olmakla, varlığı şüpheli ya da tartışmalı olan borçların ibra yoluyla sona ermesi de mümkün olmaz. Bu nedenle işveren tarafından işçinin hak kazanmadığı ileri sürülen bir borcun ibraya konu olması düşünülemez. Savunma ile ve işverenin diğer kayıtları ile çelişen ibra sözleşmelerinin geçersiz olduğu kabul edilmelidir.

Miktar içeren ibra sözleşmelerinde ise, alacağın tamamen ödenmiş olması durumunda borç ifa yoluyla sona ermiş olur. Buna karşın kısmi ödeme hallerinde Dairemizin kökleşmiş içtihatlarında ibraya değer verilmemekte ve yapılan ödemenin makbuz hükmünde olduğu kabul edilmektedir.

Miktar içermeyen ibra sözleşmelerinde ise geçerlilik sorunu titizlikle ele alınmalıdır. İrade fesadı denetimi uygulanmalı ve somut olayın özelliklerine göre ibranamenin geçerliliği konusunda çözümler aranmalıdır. 

Kıdem tazminatı, feshe bağlı haklardan olsa da, iş sözleşmesinin sona erdiği her durumda talep hakkı doğmamaktadır. 4857 sayılı İş Kanununun 120. maddesi hükmüne göre yürürlükte bırakılan 1475 sayılı yasanın 14. maddesinde kıdem tazminatına hak kazanabilmek için işçinin işverene ait işyerinde en az bir yıl çalışmış olması gerekir. 1475 sayılı yasanın 14/2. maddesi, işçinin aynı işverene bağlı olarak bir ya da değişik işyerlerinde çalıştığı sürelerin kıdem hesabı yönünden birleştirileceğini hükme bağlamıştır. O halde kıdem tazminatına hak kazanmaya dair bir yıllık sürenin hesabında da işçinin daha önceki fasılalı çalışmaları dikkate alınır. Bununla birlikte, her bir fesih şeklinin kıdem tazminatına hak kazanacak şekilde gerçekleşmesi hizmet birleştirmesi için gerekli bir koşuldur. İşçinin önceki çalışmaları sebebiyle kıdem tazminatı ödenmişse, aynı dönem için iki defa kıdem tazminatı ödenemeyeceğinden tasfiye edilen dönemin kıdem tazminatı hesabında dikkate alınması mümkün olmaz. Ancak aynı işverene ait bir ya da değişik işyerlerinde çalışılan süre için kıdem tazminatı ödenmemişse, bu süre aynı işverende geçen sonraki hizmet süresine eklenerek son ücret üzerinden kıdem tazminatı hesaplanmalıdır. 

Dosya içeriğine göre davacı davalı işverene ait yurt dışı işyerinde 02.06.1999-13.09.1996, 16.02.2000-30.10.2000 ve 06.006.2003-22.11.2003 tarihler arasında aralıklı olarak 3 dönemde bir yıldan fazla çalıştığı sabittir. Her dönem sonunda, aynı şekilde hazırlanmış matbu ibranamelerde, davacının ihbar ve kıdem tazminatı ile tüm diğer işçilik haklarını aldığını kabul ettiği beyanı olduğu gibi, ibranamenin alt kısmında her işçilik alacağı kalem kalem belirtilerek ödenen miktarlar yazılmıştır. Bu kalemlerden ise sadece ücret alacağının miktar olarak belirtildiği, diğer kalemlerin karşılığında ödeme görünmediği anlaşılmaktadır. 

Öncelikle belirtmek gerekir ki davalı işveren davacının kıdem tazminatına hak kazanmayacağını savunarak ibraname içeriği ile çeliştiğine göre mahkemece ibraname nedeni ile kıdem tazminatının reddi doğru değildir. Fasılalarla çalışan davacı işçinin hizmeti toplam bir yılı aştığından ve iş sözleşmesi işveren tarafından feshedildiğinden, hesaplanan kıdem tazminatının kabulü gerekir. 

Diğer taraftan her dönem sonunda alınan ibranameler içeriği itibari ile her alacağı kalem kalem açıklamaktadır. İbranamelerin hepsinde son ay ücret alacağı ödeme miktarı ile son dönem ibranamesinde fazla mesai ücret alacağı ödeme miktarı yazılmış iken, diğer alacaklarla ilgili bir miktar bulunmamaktadır. 

Keza ibranameler incelendiğinde, işçi imzasını içeren yazı, ödeme miktarı içeren alacak kalemleri yazısı ile çalışma sürelerini ve çalışma yerini gösteren kalem yazıları farklı el ürünü olduğu çıplak gözle görülmektedir. Davacı işe girerken bu belgenin imzalatıldığını iddia etmiş, davacı tanığı da bunu doğrulamıştır. Kalem farklılıkları ve davacı tanığının beyanı davacının iddiasını kanıtlamaktadır. Sunulan ibranameler belirtilen nedenlerle geçersizdir. Davacının talep ettiği ve bilirkişi tarafından belirlenen alacaklar değerlendirmeye tabi tutularak bir karar verilmelidir. Yazılı şekilde ibranameye değer verilerek tüm isteklerin reddine karar verilmesi hatalıdır. 

SONUÇ: Temyiz olunan kararın yukarıda yazılı sebepten BOZULMASINA...
inde oybirliği ile karar verildi.

kaynak:https://emsal.yargitay.gov.tr/VeriBankasiIstemciWeb/yeniTasarim/index.jsp

Kira Sözleşmesinde Kiracı Aleyhine Düzenlenmiş Olan Sözleşme Şartları

Kiracı Aleyhine Düzenleme Yasağının Kapsamı

Hukuk sistemlerindeki kiracının korunmasındaki temel düşünce, onların ekonomik olarak zayıf olmasından ziyade kiraya veren karşısındaki pazarlık güçlerinin zayıf olması gerçekliğinden doğmuştur. Gerçekten de kira sözleşmesinde bir tarafta bir konuta ya da bir şeyi kiralamaya ihtiyacı olan bir kiracı ile diğer tarafta bir şeyi kiraya  verenin kurmuş olduğu sözleşme söz konusudur. Bu nedenle hukuk sistemlerinde tüm kiracıları eşit düzeyde koruyacak düzenlemelerin yapılması fikri oluşmuştur. Anılan nedenle Türk Borçlar Kanunu'nda (TBK, 6098 Sayılı Kanun) kiracıyı koruyucu düzenlemeler yapılmıştır.

Kiracı aleyhine düzenleme yasağı TBK'nın 346'ncı maddesinde: "kiracıya, kira bedeli ve yan giderler dışında başka bir ödeme yükümlülüğü getirilemez. Özellikle, kira bedelinin zamanında ödenmemesi hâlinde ceza koşulu ödeneceğine veya sonraki kira bedellerinin muaccel olacağına ilişkin anlaşmalar geçersizdir." şeklinde hükümleştirilmiştir.

Ne var ki 6217 Sayılı Kanunun geçici 2'nci maddesinde değişiklik yapan 6353 Sayılı Kanunun 53'üncü maddesine göre; kiracının Türk Ticaret Kanunu'nda tacir olarak sayılan kişilerle özel hukuk ve kamu hukuku tüzel kişileri olduğu işyeri kiralarında 6098 Sayılı Kanunun; 323, 325, 331, 340, 343, 344, 346 ve 354'üncü maddelerinin yürürlüğü sekiz yıl süreyle ertelenmiştir. TTTK'da Tacir olarak sayılan kişilerin de olduğu işyeri kiralarında TBK'nın 346'ncı maddesinin yürürlüğü ertelendiğinden bu madde 01.07.2012 tarihinden itibaren 8 yıl süreyle uygulanmayacaktır. 

6101 Sayılı Türk Borçlar Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun'un "Geçmişe Etkili Olma" başlıklı 2'nci maddesinde; Türk Borçlar Kanun'unun kamu düzenine ve genel ahlaka dair kurallarının gerçekleştikleri tarihe bakılmaksızın bütün fiil ve işlemlere uygulanacağı, aynı kanunun görülmekte olan davalara dair uygulama başlıklı 7'nci maddesinde de; Türk Borçlar Kanun'unun kamu düzenine ve genel ahlaka dair kurallarıyla geçici ödemelere dair 76'ncı, faize dair 88'nci, temerrüt faizine dair 120'nci ve aşırı ifa güçlüğüne dair 138'inci maddesinin görülmekte olan davalara da uygulanacağı hüküm altına alınmıştır.

Değinilmiş  olan düzenlemler kapsamında TBK 346'ncı maddesi kamu düzenine ilişkin olduğundan kira sözleşmesi TBK'dan önce akdedilmiş olsa bile 346'ncı madde hükmü çerçevesinde kiracıya kira bedeli ve yan giderler dışında bir ödeme yükümlülüğü getirlemeyecektir. Kiracı aleyhine bir düzenleme sözleşmeye işlemiş olsa bile bu düzenleme geçersiz sayılacaktır (Yargıtay 9. Hukuk Dairesi 2014/13975Ê, 2015/1345K, Karar Tarihi: 16.02.2015).

Av. Ferman Kaya


11 Eylül 2015 Cuma

Tüketici Kredisi Kapsamında Haksız Olarak Tahsil Edilen Masrafların İadesi

Haksız Şartla Alınmış Tüketici Kredisi Masraflarını Banka - Finans Kuruluşundan İade Almak

Ekonomik ve sosyal hayatın oldukça karmaşıklaştığı günümüz dünyasında, ihtiyaçlar çeşitlenerek artmakta ve ihtiyaçların karşılanmasındaki kaynak sorunu tüketicileri kredi kullanmaya zorlamaktadır. Genellikle dar gelirli olan tüketiciler kredi sayesinde önemli ihtiyaçlarını karşılayabilme imkanına kavuşmaktadır. 

Tüketici almış olduğu krediyi, kendisine bu imkanı sağlayan finans ya da banka kuruluşuna bir miktar faiz veya menfaat karşılığında geri ödemektedir. İşin işleyişi böyle olması gerekirken gerçekte finans kuruluşları ya da bankalar tarafından asıl alacak ve faiz dışında; dosya masrafı, ipotek kaldırma ücreti, yapılandırma ücreti, kredi kartı aidatı, kapama ücreti, komisyon ücreti ve benzeri çeşitli isimler altında, bankacılık hizmetinin doğasından kaynaklanan bazı masraflar alınmaktadır. Çoğu zaman bireylerin acil kredi ihtiyacı içinde olması nedeniyle sayfalarca tutan kredi sözleşmeleri, detaylı okunmadan üstün körü bir şekilde imzalanmaktadır. Uygulamada ve doktrinde finans kuruluşları veya bankaların faiz ve anapara dışında tüketiciden talep etmiş oldukları masrafların bankalara ekstra külfet yükleyen ve alınması gereken masraflardan oluşup oluşmadı hususu tartışmalıdır. Baskın görüşe göre; “taraflardan birinin tüketici, diğerinin de banka olduğu bir düzlemde, sözleşme özgürlüğünden bahsetmek basit bir demogojiden başkan bir şey değildir."

Tüketici kredisini tarif ederken kredi ilişkisinin taraflarını; bir tarafta ihtiyaçlarını karşılamak için krediye ihtiyacı olan tüketici, diğer tarafta ise tüketiciye göre güçlü konumda olan kredi veren banka veya finans kuruluşundan oluştuğu nu belirtmiştik. Bu dengesiz yapıda tüketicinin kredi sözleşmesinin içeriğine itiraz ederek değiştirme imkanı çok kısıtlıdır. Tüketici sözleşmeleri çoğunlukla önceden hazırlanmış ve her sayfası tüketiciye imzalatılmış matbu belgelerden oluşmaktadır.

Açıklandığı üzere iradelerin dengesiz olarak uyuştuğu ve kredi veren tarafından hazırlanmış sözleşmeye göre düzenlenen ilişkinin zayıf tarafını koruyucu düzenlemeler yapılması zarureti hasıl olmuştur. Bu kapsamda 6502 Sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun'un (TKHK) 5'inci maddesinde "Tüketici sözleşmelerindeki haksız şartlar" başlığında düzenlenmiş olan ve bu dengesiz durumu dengelemeye çalışan maddede kesin olarak tüketici aleyhine düzenlenmiş haksız şartlar geçersiz sayılmıştır.

TKHK m. 5/1'de haksız şartın tanımı: "tüketiciyle müzakere edilmeden sözleşmeye dâhil edilen ve tarafların sözleşmeden doğan hak ve yükümlülüklerinde dürüstlük kuralına aykırı düşecek biçimde tüketici aleyhine dengesizliğe neden olan sözleşme şartlarıdır." şeklinde yapılmıştır.

Yargıtay kararlarında bankalar ya da finans kuruluşlarının tacir olduğu vurgulanarak yaptığı masrafları tüketiciden isteme hakkı bulunduğu ancak uyuşmazlık tüketici hukukundan kaynaklandığında bankanın ancak davaya konu kredinin verilmesi için zorunlu, makul ve belgeli masrafları tüketiciden isteyebileceğinin kabulü gerektiği vurgulanmıştır (Yargıtay 13. Hukuk Dairesi, Esas: 2014/10888, Karar: 2014/11684).

Açıklanan bilgiler kapsamında bankalar ve finans kuruluşları ancak tüketiciden zorunlu, makul ve belgeli masrafları isteyebilecektir. Bu masraflar dışında bir ücret talebi durumunda tüketici Kanun ve Yönetmelikteki haklarını ileri sürerek masrafları isteyebilir.

Av. Ferman Kaya

Konu ile ilgili aşağıdaki Yargıtay kararlarını incelemek de faydalı olacaktır.



Yargıtay 13. Hukuk Dairesi E: 2014/10888; K: 2014/11684

YARGITAY İLAMI

MAHKEMESİ   : Gökçeada Asliye Hukuk Mahkemesi (Tüketici Mahkemesi sıfatıyla)
TARİHİ              : 17/05/2013
NUMARASI      : 2013/12-2013/45
DAVACI            : T.C. Ziraat Bankası vekili avukat Ali ................ Alasya
DAVALI             : .................. Sağlam

Taraflar arasındaki hakem heyeti kararına itiraz davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından kanun yararına bozulması istenilmekle, incelemenin evrak üzerinde yapılmasına karar verildikten sonra dosya incelendi gereği konuşulup düşünüldü.

KARAR

Davacı, davalının konut kredisi kullandığını, davalının müracaatı üzerine Gökçeada Kaymakamlığı Tüketici Sorunları Hakem Heyetinin 10/12/2012 tarih ve 2012/16 sayılı kararı ile; kredinin kullanımı sırasında alınan 682,50 TLücretin tüketiciye iadesine karar verildiğini ileri sürerek tüketici hakem heyeti kararının iptaline karar verilmesini istemiştir.

Davalı, davanın reddini dilemiştir. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiş, karar Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca kanun yararına temyiz edilmiştir.

Taraflar arasında konut kredisi sözleşmesi bulunduğu ve davacı banka tarafından 682,50 TL masraf alındığıhususu ihtilaflı değildir. Uyuşmazlık, alınan bu dosya masrafının haksız şart niteliğinde olup olmadığı ve davalı tüketiciye iade edilip edilmeyeceği hususundadır.

Davalı, davacı bankadan konut kredisi kullandığını, bu sırada kendisinden 682,50 TL masraf kesildiğini belirterek, bu paranın iadesi için Tüketici Sorunları Hakem Heyetine müracaat etmiş, Gökçeada Kaymakamlığı Tüketici SorunlarıHakem Heyeti'nin 10/12/2012 tarih ve 12 sayılı kararı ile; söz konusu masrafın davalıya iadesine karar verilmiş, davalıbankanın hakem heyeti kararının iptali istemiyle açtığı davada mahkemece; davanın kabulüne, Gökçeada KaymakamlığıTüketici Sorunları Hakem Heyetinin 10/12/2012 tarih ve 12 sayılı kararının iptaline karar verilmiştir.

Standart sözleşmeler, içeriğini kısmen veya tamamen genel işlem koşullarının oluşturduğu, tarafların karşılıklımüzakereleri sonucu değil, aksine, taraflardan biri veya üçüncü kişi tarafından önceden hazırlanmış hükümlerin kullanıldığısözleşme tipi olarak tanımlanmakta olup, 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un 4822 sayılı Kanunla değişik 6. maddesi ile, Avrupa Konseyi'nin 05.04.1993 tarihli, 1993/13/AET Yönergesinde ve bu yönergeyi iç hukuklarına aktaran Avrupa Birliği ülkelerinde, standart sözleşmelerde yer alan hükümlerin ve özellikle bu sözleşmelerin içeriğini oluşturan genel işlem koşullarının, haksız şart olduğuna ilişkin bir karine öngörülmüştür.

Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunun 6. maddesinin üçüncü fıkrasına göre, “Bir sözleşme şartı önceden hazırlanmışsa ve özellikle standart sözleşmede yer alması nedeniyle tüketici içeriğine etki edememişse, o sözleşme şartının tüketiciyle müzakere edilmediği kabul edilir. Sözleşmenin bütün olarak değerlendirilmesinden, standart sözleşme olduğu sonucuna varılırsa, bu sözleşmedeki bir şartın belirli unsurlarının veya münferit bir hükmünün müzakere edilmiş olması, sözleşmenin kalan kısmına bu maddenin uygulanmasını engellemez” hükmü yer almaktadır.

Yine 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un 4822 sayılı Kanunla değişik 6. maddesi ile sözleşmelerdeki “haksız şart” kurumu düzenlenmiş ve satıcı ve sağlayıcının tüketiciyle müzakere etmeden, tek taraflı olarak sözleşmeye koyduğu, tarafların sözleşmeden doğan hak ve yükümlülüklerinde iyi niyet kuralına aykırı düşecek biçimde tüketici aleyhine dengesizliğe neden olan sözleşme koşullarının haksız şart olup, taraflardan birini tüketicinin oluşturduğu her türlü sözleşmede yer alan haksız şartlar tüketici için bağlayıcı olmadığı belirtilerek, satıcı veya sağlayıcının, bir standart şartın münferiden tartışıldığını ileri sürüyorsa, bunu ispat yükünün ise ona ait olduğu belirtilmiştir. 4077 sayılı Kanunun değişik 6. ve 31. maddelerine dayanılarak hazırlanan Tüketici Sözleşmelerindeki Haksız Şartlar Hakkında Yönetmeliğin 7. maddesinde ise “satıcı, sağlayıcı veya kredi veren tarafından tüketici ile akdedilen sözleşmede kullanılan haksız şartların batıl olduğu” hükmü getirilmiştir.

Davalı bankanın tacir olup, yaptığı masrafları tüketiciden isteme hakkı bulunduğu anlaşılmakta ise de, somut uyuşmazlığın tüketici hukukundan kaynaklandığı da gözetildiğinde, bankanın ancak davaya konu kredinin verilmesi için zorunlu, makul ve belgeli masrafları tüketiciden isteyebileceğinin kabulü gerekir. Buna göre; mahkemece, davalı bankadan bu yönde delilleri sorulduktan sonra, konusunda uzman bilirkişi ya da heyetinden, yukarıda belirtilen açıklamalar ışığında ve kredinin kullanılması için zorunlu, makul ve belgeli masrafların neler olduğunun tespiti noktasında rapor alınarak hasılolacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken bu yönler gözetilmeksizin eksik inceleme ile yazılı şekilde davanın kabulüne karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Açıklanan nedenlerle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının kanun yararına bozma talebinin kabulü gerekmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının kanun yararına temyiz talebinin kabulü ile Gökçeada Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 17/05/2013 tarih ve 2013/12 esas 2013/45 karar sayılı kararının sonuca etkili olmamak üzere kanun yararına BOZULMASINA, 14.4.2014 gününde oybirliğiyle karar verildi.

----------0-----------

Hukuk Genel Kurulu         2014/1614 E.  ,  2014/900 K

    "İçtihat Metni"

    MAHKEMESİ : Uşak 1. Asliye Hukuk Mahkemesi
    TARİHİ : 26/06/2014
    NUMARASI : 2014/209 E.-2014/378 K.

    Taraflar arasındaki “sözleşmenin uyarlanması” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Uşak 1.Asliye –Tüketici Mahkemesi Sıfatıyla- Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 04.10.2012 gün ve 2011/309 E., 2012/274 K. sayılı kararın incelenmesi taraf vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 13.Hukuk Dairesinin 12.12.2013 gün ve 2013/1042 E. - 2013/31247 K. sayılı ilamı ile: (...Davacı, 15.08.2008 tarihinde davalı bankadan dövize endeksli TL olarak 9.354.000 Japon Yeni tutarında 99.000- TL’lik 60 ay vadeli konut kredisi kullandığını, ancak ekonomik kriz nedeniyle Japon Yeni’nin TL karşısında aşırı değer kazandığını, işlem temelinin çöktüğünü, geri ödeme miktarının arttığını ileri sürerek, sözleşmenin 4077 Sayılı Kanunun 6. maddesine göre standart sözleşme olduğunun ve haksız şartlar içerdiğinin tespitine, Kanunun 10/B maddesi gereğince sözleşme öncesi bilgi formu verilmemesi nedeniyle sözleşmenin geçersiz olup olmadığının tespitine, sözleşmenin geçersiz olduğu tespit edilirse borcun Japon Yeni karşılığı TL olarak verildiği tarihten itibaren yüksek kurdan ödenen fazla miktarın BK.61 ve devamı maddeleri gereğince iadesine veya borçtan mahsubuna, sözleşmenin geçerli olduğu kanaatine varılırsa kredinin aylık taksitlerinin borç verilen tarihteki TL karşılığına çekilmesine ve bu miktarda sabitlenmesine, dosya masrafı olarak ödenen 900-TL'nin de iadesine karar verilmesini istemiştir.


    Davalı, davacının kendi iradesi ile döviz cinsinden kredi kullandığını, uyarlama koşullarının bulunmadığını savunarak davanın reddini dilemiştir.Mahkemece, alınan bilirkişi raporu benimsenmek suretiyle, davacının sözleşme tarihinde TL karşılığında kredi kullanmış olsaydı 143.771,14-TL ödeme yapacağı gerekçesiyle sözleşmenin uyarlanması talebinin kabulüne, davacı tarafından kredinin kullanıldığı tarihten itibaren aylık 2.396,19-TL üzerinde yapılan fazla ödemelerin borcundan mahsubuna ve sonuç olarak toplam 143.771,14-TL borç üzerinde yaptığı ödemenin davalı bankaca geri ödemesinin yapılmasına, 900-TL dosya masrafı iadesi talebinin reddine karar verilmiş; hüküm, taraflarca temyiz edilmiştir.


    1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle yasaya uygun gerektirici nedenlere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre davacının tüm temyiz itirazlarının reddi gerekir.


    2-Davacının, davalı bankadan 15.08.2008 tarihinde 9.354.000 Japon Yeni tutarında 99.000- TL’lik 60 ay vadeli konut kredisi kullandığı ve ilk taksidin 16.09.2008 tarihinde başladığı hususları tartışmasız olup, davacı Japon Yeni’nin TL karşısında aşırı değer kazandığını ve bu suretle işlem temelinin çöktüğünü ileri sürerek uyarlama talebinde bulunmuştur. Hemen belirtmek gerekir ki taraflar arasında düzenlenmiş bulunan sözleşmeye bağlılık esas olup, sözleşmenin uyarlanması ise uyarlama koşullarının varlığı halinde başvurulması gereken istisnai bir durumdur. Her şeyden önce sözleşmenin imzalanmasından sonra beklenmeyen olağanüstü durumların gerçekleşmesi, sözleşmenin uzun süreli olması, beklenmeyen olağanüstü durumların herkes için geçerli, objektif ve önceden belirlenemeyecek nitelikte bulunması, değişen koşulların sözleşmeyi çekilemeyecek hale getirmesi bu suretle işlem temelinin çökmesi zorunludur. Dava konusu olayda davacının başlangıçta seçme özgürlüğü varken TL yerine döviz bazında kredi kullandığı, bir başka deyişle serbest iradesiyle kredi türünü belirlediği anlaşılmakta olup, davalı banka elemanlarının davacıyı yönlendirdiği iddiası ispatlanamamıştır. Öte yandan ülkemizde zaman zaman ekonomik krizlerin vuku bulduğu ve bu bağlamda dövizle borçlanmanın risk taşıdığı da toplumun büyük bir çoğunluğu tarafından bilinen bir olgudur. Davacı, bu riski önceden öngörebilecek durumda olmasına rağmen dövizle kredi kullanmış bulunmaktadır. Kaldı ki, eldeki dava kredi geri ödemesinin başladığı tarihten üç yıl sonra açılmış olup, bu durumda davacının sözleşmeyi benimsediğinin kabulü gerekir. Tüm bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde dava konusu olayda uyarlama koşullarının bulunmadığı anlaşılmaktadır. Mahkemece, değinilen bu yönler gözetilerek davanın tümüyle reddine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde karar verilmiş olması usul ve yasaya aykırıdır. Bozmayı gerektirir…) gerekçesiyle (2) nolu bentte sayılan nedenlerle karar bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

    Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
    Dava, sözleşmenin uyarlanması istemine ilişkindir.
    Davacı, 15.08.2008 tarihinde davalı bankadan dövize endeksli TL olarak 9.354.000 Japon Yeni tutarında 99.000- TL’lik 60 ay vadeli konut kredisi kullandığını, ancak ekonomik kriz nedeniyle Japon Yeni’nin TL karşısında aşırı değer kazandığını, işlem temelinin çöktüğünü, geri ödeme miktarının arttığını ileri sürerek, sözleşmenin 4077 Sayılı Kanunun 6. maddesine göre standart sözleşme olduğunun ve haksız şartlar içerdiğinin tespitine, Kanunun 10/B maddesi gereğince sözleşme öncesi bilgi formu verilmemesi nedeniyle sözleşmenin geçersiz olup olmadığının tespitine, sözleşmenin geçersiz olduğu tespit edilirse borcun Japon Yeni karşılığı TL olarak verildiği tarihten itibaren yüksek kurdan ödenen fazla miktarın BK.61 ve devamı maddeleri gereğince iadesine veya borçtan mahsubuna, sözleşmenin geçerli olduğu kanaatine varılırsa kredinin aylık taksitlerinin borç verilen tarihteki TL karşılığına çekilmesine ve bu miktarda sabitlenmesine, dosya masrafı olarak ödenen 900-TL'nin de iadesine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.


    Davalı, davacının kendi iradesi ile döviz cinsinden kredi kullandığını, uyarlama koşullarının bulunmadığını savunarak davanın reddini istemiştir.Mahkemece, davacının sözleşme tarihinde TL karşılığında kredi kullanmış olsaydı 143.771,14-TL ödeme yapacağı gerekçesiyle sözleşmenin uyarlanması talebinin kabulüne, davacı tarafından kredinin kullanıldığı tarihten itibaren aylık 2.396,19-TL üzerinde yapılan fazla ödemelerin borcundan mahsubuna ve sonuç olarak toplam 143.771,14-TL borç üzerinde yaptığı ödemenin davalı bankaca geri ödemesinin yapılmasına, 900-TL dosya masrafı iadesine dair verilen karar, davacı vekilinin temyizi üzerine, Özel Daire’ce metni aynen yukarıda başlık bölümünde alınan ilam ile bozulmuştur.


    Mahkemece, “…Davacının konut almak için Japon Yeni endeksli tüketici kredisi kullandığı, sözleşme tarihinden sonra söz konusu yabancı paranın Türk Lirası karşısında öngörülemeyen bir biçimde değer kazanması ile edimler arasındaki dengenin büyük oranda bozulduğu, bunun sözleşmenin uyarlanmasını gerektiren sebeplerden olduğu, kredi taksitlerinin tamamı ödenmeden dava açıldığına göre edimlerin henüz ifa edilmemiş olması şartının da mevcut bulunduğu anlaşılmış,…” gerekçesi ile direnilmiştir.


    Direnme kararını, davalı vekili temyize getirmektedir.
    Bozma ve direnme kararı kapsamlarına göre Hukuk Genel Kurul’u önüne gelen uyuşmazlık; taraflar arasında düzenlenen “Konut Finansman Kredi Sözleşmesi”nin uyarlama koşullarının oluşup oluşmadığı; buradan varılacak sonuca göre sözleşmenin uyarlanmasının gerekip gerekmediği noktalarında toplanmaktadır.


    Bu noktada, kurulmuş bir sözleşmede sonradan ortaya çıkan bazı olgular nedeniyle değişiklik yapılabilmesi, bugün çağdaş tüm hukuk sistemlerinde kabul edilen, beklenmeyen hal (Emprevizyon) veya Clausula Rebus Sic Stantibus Kuramının koşullarının gerçekleşmiş olması halinde mümkün görülmektedir. Bu kuramın, borçlunun şartları ne olursa olsun mutlaka akde sadık kalmasını zorunlu gören, bir bakıma artık eskimiş olarak nitelendirilebilecek Ahde Vefa veya Pacta Sunt Servanda Kuramını sınırlamak için konulduğu benimsenmektedir.


    Beklenmeyen hal (Emprevizyon) kuramı, şöyle açıklanmaktadır: “Akit yapıldığı sırada mevcut bulunan şartlar önemli surette değişmişse taraflar akitle bağlı olmamalıdır. Buna “Clausula Rebus Sic Stantibus” (Beklenmeyen Hal Şartı) denmektedir. Bu görüş öğretide “Emprevizyon Teorisi” adıyla anılmaktadır. Öğretide, sözleşmenin, yapıldığı andaki durumun değişmeyeceği şeklindeki bir zımni kabul ile yapıldığı, aynen uygulanmasının taraflarca bu zımni şarta bağlı tutulduğu varsayılmaktadır (T../A.. B../A.. Borçlar Hukuku, Genel Hükümler, 7.Bası İst.1993. s.1005).


    Akitlerin ifasını şartların değişmemesine bağlayan (Clasula Rebus Sic Stantibus) fikri gerçeğe tam olarak uygun değilse de, ahde vefa prensibine kesin ve sıkı sıkıya bağlılığında her zaman adil olmadığı görülmektedir. Bugün İsviçre-Türk Hukukunda çoğunlukla dayanılan esas, uyuşmazlıklara dürüstlük kuralı uyarınca çözüm bulunmasıdır (Prof.Dr.Kemal Oğuzman, Borçlar Hukuku Dersleri,Cilt 1, 4.Bası, İst.1987, s.123; Prof.Dr.Rona Serozan, Borçlar Hukuku, Genel Bölüm, İfa, İfa Engelleri, Haksız Zenginleşme 3.Cilt, İst. 1994, s.164; İbrahim Kaplan, Hakimin Sözleşmeye Müdahalesi, Ank.1987, S.112, Prof. Dr.Haluk Burcuoğlu, Hukukta Beklenmeyen Hal ve Uyarlama, İst.1995 S.4. İsviçre Hukuku için Bkz.Eugen Bucher, Schweizer Isch’es Obligationenrecbt Allgemeiner Teil, 2.Bası, Zürich 1988, s.385 vd. Henri Deschenaux, Le Titre Preliminaire Du Code Civil,Fribourg 1969, S.183).


    Mukayeseli Hukuk açısından konu irdelediğinde; Alman Hukukunda Beklenmeyen Hal veya Clausula Rebus Sic Stantibus kuramının daha da somutlaştırılarak kabul edildiği ve İşlem Temelinin Çökmesi Kuramı olarak adlandırılan bir kuramın geliştirildiği görülmektedir. Buna göre, sözleşmenin temelini teşkil eden, kendisi üzerine anlaşmanın dayandığı ve karşılıklı edimlerin tayin olunduğu edim ve karşı edim arasındaki dengenin taraflardan biri için artık çekilmez, katlanılamaz biçimde bozulduğu hallerde, işlem temelinin çökmesi söz konusu olacaktır (Bkz.Jozef Esser/Elke Schmidt, Schuldrecht,Band 1, Allgemeiner Teil,Heidelberg 1984 s.330 vd, Serozon age.s.164 vd).


    İsviçre Hukukuna gelince;Yargıcın bir sözleşmenin dönme ya da fesih suretiyle ortadan kalktığını veya Emprevizyon nedeniyle sözleşmenin uyarlanması gerektiğini kabul edebilmesi için, şu koşulların varlığı aranmaktadır: 


    a) Öngörülmez bir dış olayın sebep olması: Söz konusu dış olay, bir kişi olayı olmamalıdır. Diğer taraftan bu olay öngörülemez olmalı ve sözleşmenin dengesi, yargıçtan müdahale talep eden tarafın kusurundan kaynaklanmaksızın bozmuş olmalıdır.
    b) Sözleşme ekonomisinin bozulması: Yargıç, yalnızca sözleşme henüz ifa edilmediği takdirde Emprevizyon Kuramı çerçevesinde müdahale edebilir. Öngörülemez olgular, taraflar arasındaki dengeyi bozmuş olmalıdır. Bu hal özellikle sinallagmatik sözleşmelerde, edim ve karşı edim arasındaki ilişkinin bozulmasında söz konusu olur.
    c) Objektif olarak katlanılması beklenebilecek rizikonun aşılmış olması gerekir. Federal Mahkeme içtihatlarında denge bozukluğunun önemli, açık ve aşırı olması aranmaktadır. Bu nedenle, her somut olayda, objektif bir değerlendirme ile, emprevizyon kuramını ileri süren tarafın üstlenmesi gereken azami rizikonun belirlenmesi gerekir. Eğer bu riziko aşılmışsa, yargıç sözleşmeye el atabilecektir (Bkz.Henri Deschenaux a.g.e s.189-190).


    Türk hukukunda, mehaz kanundaki uygulamalar doğrultusunda, M.K.nun 2. maddesinden de esinlenilerek, hem Clausula Rebus Sic Stantibus ilkesi, hem de İşlem Temelinin çökmesi kuramı uygulanmak suretiyle, uyarlanma davalarının görülebilir olduğu benimsenmiştir. İşlem Temelinin Çökmesi kavramının uygulanabilmesi için, sonradan meydana gelen değişikliklerin önceden teşhis ve tahmin edilememiş olması gerekir (Bkz.Prof Dr.Kemal Tahir Gürsoy, Hususi Hukukta Clausula Rebus Sic Stantibus, Emprevizyon Nazariyesi 1950 s.59-60).
    6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu (TBK)’nun “Aşırı İfa Güçlüğü” başlıklı 138. Maddesinde, “Sözleşmenin yapıldığı sırada taraflarca öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü bir durum, borçludan kaynaklanmayan bir sebeple ortaya çıkar ve sözleşmenin yapıldığı sırada mevcut olguları, kendisinden ifanın istenmesini dürüstlük kurallarına aykırı düşecek derecede borçlu aleyhine değiştirir ve borçlu da borcunu henüz ifa etmemiş veya ifanın aşırı ölçüde güçleşmesinden doğan haklarını saklı tutarak ifa etmiş olursa borçlu, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme, bu mümkün olmadığı takdirde sözleşmeden dönme hakkına sahiptir. Sürekli edimli sözleşmelerde borçlu, kural olarak dönme hakkının yerine fesih hakkını kullanır.
    Bu madde hükmü yabancı para borçlarında da uygulanır.” şeklinde bir düzenlemeye yer verilmiştir.


    İşlem Temelinin Çökmesi ilkesinin somut olaya ne şekilde uygulanacağı hususu da irdelenmelidir. Yukarıda anıldığı gibi, uyarlama kurallarının uygulanması için öngörülmez bir dış olayın meydana gelmesi gerekir.


    Bilindiği gibi, Türkiye Ekonomisinin alınan tedbirlere rağmen istikrarlı bir duruma gelmediği bilinen bir gerçektir. 1 Temmuz 1944 tarihinde Uluslararası Para Fonu’nun kurulmasından sonra ülkeler paralarını Amerikan Dolar’ına göre tanımlamışlar, gerçekçi bir kur politikası arayışı içinde Türk Lirası 7 Eylül 1946’da ABD doları karşısında % 50 oranında devalüe edilerek bir ABD doları 280 kuruş olmuştur (Prof.Dr.Erdinç Tokgöz-Türkiye’nin İktisadi Gelişme Tarihi-Ankara 2001, s:121).


    16/7/1958 tarihinde yapılan büyük çaptaki kur ayarlaması ile bir ABD dolarının değeri 260 kuruştan 980 kuruşa çıkarılmış, Türk parasının değeri ABD dolarına göre aşırı derecede düşürülmüş, bu uygulama yıllar boyunca devam etmiştir. 10.8.1970 tarihinde yeni bir devalüasyon kararı alınarak Türk Parasının değeri yabancı paralar karşısında % 66 oranında düşürülmüş, 1 Amerikan doları 15 TL. olmuştur. Bu uygulama ile, başta yabancı paralar olmak üzere, kira bedelleri, her çeşit işçilik, malzeme ve mamul eşya fiyatları aşırı derecede artmış, enflasyon yıllar itibariyle üç haneli rakamlara ulaşmış, günlük ve gecelik faizler faizler düşünülmeyecek kadar artmıştır.


    Nitekim, 24 Ocak 1980’de yürürlüğe konan “İstikrar Tedbirleri”ne rağmen ekonomi tarihimizde ilk kez 1946’da % 104 olan üç rakamlı enflasyon, 1980’de % 107 olmuştur. Bu nedenle 1980 yılında 35 TL.den 77,5 TL.ye çıkarılan Dolar kuru, 1981 yılında ikinci kez yapılan % 100’e yakın bir ayarlama ile 142 TL.ye çıkarılmıştır. Bu devalüasyon kararından sonra Bakanlar Kurulu, 27 Ocak 1984 tarihinde Merkez Bankası’nca TL. nin dolar karşısında % 13,6 oranında devalüe edilmesini onaylamıştır. 5 Nisan 1994 tarihinde bilinen ekonomik kararlar alınmıştır. Bu kararlar sonucunda borsalar, para piyasaları, banka kredi faizleri aşırı derecede artmış; Ocak 1994 ayına göre yabancı paralardaki artış % 250-% 300’lere ulaşmıştır.


    Türk parasının yabancı paralar karşısındaki değer kaybının engellenmesi ve yükselen enflasyonun düşürülmesi amacıyla, T.C. Merkez Bankası 10 Aralık 1999 tarihinde, “Döviz Çıpasına Dayalı İstikrar Programı”nı açıklamış; ancak 27 Kasım 2000 tarihinde bankacılık sisteminden kaynaklanan kriz nedeniyle, repo faizleri ve iç faizler rekor düzeyde yükselmiştir. Krizin giderek derinleşmesi sonucu döviz piyasalarından kaynaklanan Şubat 2000 krizi yaşanmış, ekonomideki bu açmazlar sonucunda hisse senedi borsaları çökmüş, bankalara Devlet el koymak zorunda kalmıştır. Türkiye İMF’ye başvurarak ekonomisine bir yön vermeye çalışmıştır. Merkez Bankası ciddi para politikalarına yönelmiş, 21.2.2001 tarihinde “Döviz Çıpasına Dayalı Sabit Kur” dan dalgalı kura geçilmek suretiyle Doların, faizin, enflasyonun aşırı artmasına engel olmaya çalışılmıştır.


    23.12.1999 tarihinde bir ABD doları 534.000 TL.iken 21.2.2001 tarihinde 687.000 TL. olmuş,11.7.2002 tarihinde 1.700.000 TL.olan ABD doları Irak savaşı sırasında 18.4.2003 tarihinde 1.790.000 TL.ya, bu kararın verildiği tarih itibariyle piyasa şartları sonucu 2.258,00 TL. olmuştur.


    Bu genel açıklamalardan sonra somut olaya dönüldüğünde:
    Taraflar arasındaki (davaya konu) konut kredi sözleşmesi 15.08.2008 tarihinde düzenlenmiş, davacı TL (YTL) üzerinden kredi kullanma imkanı varken, Japon Yeni üzerinden dövize endeksli konut kredi kullanmıştır. Yaklaşık üç yıl boyunca da kurda aşırı bir değer artışı meydana gelmediğinden, davacı kullandığı kredi taksitlerini ödemiştir.


    Yukarıdan beri açıklandığı gibi, Türkiye’de yıllardan beri ekonomik paketler açılmakta, ancak istikrarlı bir ekonomiye kavuşamamaktadır. Devalüasyonların ülkemiz açısından önceden tahmin edilemeyecek bir keyfiyet olmadığı, kur politikalarının her an değişebileceği bir gerçektir. Devalüasyon ve ekonomik krizlerin aniden oluşmadığı, piyasadaki belli ekonomik darboğazlardan sonra meydana geldiği bilinmektedir.


    Ülkemizde 1958 yılından beri devalüasyonlar ilan edilmekte sık sık para ayarlamaları yapılmakta,Türk parasının değeri dolar ve diğer yabancı paralar karşısında düşürülmektedir.Ülkemizdeki istikrarsız ekonomik durum davacı tarafından tahmin olunabilecek bir keyfiyettir. Somut olayda uyarlamanın koşullarından olan öngörülmezlik unsuru oluşmamıştır.


    Nitekim aynı ilkeler, Hukuk Genel Kurulu’nun 15.10.2003 gün ve 2003/13-599 E.-2003/599 K.; 07.05.2003 gün ve 2003/13-332 E.-2003/340 K.sayılı kararlarında da benimsenmiştir. Bu nedenle; aynı hususlara değinen, Hukuk Genel Kurulu'nca da benimsenen Özel Daire bozma ilamına uyulması gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırı olup; direnme kararı bozulmalıdır.


    SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununa eklenen “ Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 12.11.2014 gününde oyçokluğu ile karar verildi.

    ----------------------0-----------------------

    Hukuk Genel Kurulu 2013/2430 E. , 2015/1500 K. 

    TÜKETİCİ KREDİSİ KAPSAMINDA HAKSIZ OLARAK TAHSİL EDİLEN MASRAFLAR 
    BASİT YARGILAMA USULUNE TABİ DAVA VE İŞLER 
    HUKUKİ DİNLENİLME HAKKI 
    MAHKEMENİN DOSYA ÜZERİNDE KARAR VEREBİLME ŞARTLARI 
    1982 ANAYASASI (2709) Madde 36 
    TÜKETİCİNİN KORUNMASI HAKKINDA KANUN(MÜLGA) (4077) Madde 23 
    HUKUK MUHAKEMELERİ KANUNU (HMK) (6100) Madde 27 
    HUKUK MUHAKEMELERİ KANUNU (HMK) (6100) Madde 118 
    HUKUK MUHAKEMELERİ KANUNU (HMK) (6100) Madde 186 
    HUKUK MUHAKEMELERİ KANUNU (HMK) (6100) Madde 297 
    HUKUK MUHAKEMELERİ KANUNU (HMK) (6100) Madde 316 
    HUKUK MUHAKEMELERİ KANUNU (HMK) (6100) Madde 317 
    HUKUK MUHAKEMELERİ KANUNU (HMK) (6100) Madde 319 
    HUKUK MUHAKEMELERİ KANUNU (HMK) (6100) Madde 320 
    HUKUK MUHAKEMELERİ KANUNU (HMK) (6100) Madde 321 
    HUKUK MUHAKEMELERİ KANUNU (HMK) (6100) Madde 322 
    TÜKETİCİNİN KORUNMASI HAKKINDA KANUN (6502) Madde 73 

    "İçtihat Metni"


    Taraflar arasındaki “istirdat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Konya Tüketici Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 15.01.2013 gün ve E:2012/564, K:2013/16 sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 13.Hukuk Dairesinin 14.05.2013 gün ve E:2013/8624, K:2013/12597 sayılı ilamı ile; (…Davacı, davalı bankadan kredi kullandığını belirterek, kendisinden haksız olarak tahsil edilmiş olan toplam 3.051 TL’nin davalıdan tahsilini istemiştir.

    Davalı, davanın reddini dilemiştir.
    Mahkemece, HMK.'nın 320.maddesi uyarınca taraflar duruşmaya davet edilmeden dosya üzerinden karar verilerek davanın kabulüne karar verilmiş; bu karar davalı tarafından temyiz edilmiştir.

    Savunma hakkı Anayasanın 36.maddesinde güvence altına alındığı gibi, karar tarihinde yürürlükte bulunan HMK.nun 27.maddesi hükmüne göre de, davanın tarafları, müdahiller ve yargılamanın diğer ilgilileri, kendi hakları ile bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakkına sahip olup, başka bir anlatımla, davalıya savunma hakkını kullanma olanağı verilmeden hüküm kurulamaz. HMK.'nın 320/1.maddesinde "mahkeme mümkün olan hallerde tarafları duruşmaya davet etmeden dosya üzerinden karar vereceği" belirtilmişse de bunun ancak ön inceleme aşamasında ve "mümkün olan hallerde" olduğu belirtilmek suretiyle yasanın uygulama alanı dar bir çerçeve ile belirlenmiştir. HMK'nın 27.maddesinde belirtildiği üzere davanın taraflarının, kendi hakları ile bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakları mevcut olup, bu hak çerçevesinde tarafların açıklama ve ispat hakkını kullanabilmeleri gerekmektedir. Hukuki dinlenilme hakkının usul hukukundaki bir diğer yansıması ise, HMK madde 297/1-c bendinde yer almış olup buna göre, Mahkemelerin gerekçeli kararlarında, tarafların iddia ve savunmalarının özeti, anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususlar, çekişmeli vakıalar hakkında toplanan deliller, delillerin tartışılması ve değerlendirilmesi ile sabit görülen vakıalarla bunlardan çıkarılan sonuç ve hukuki sebeplerin belirtilmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Bu bağlamda, tarafların hukuki dinlenilme hakkı bağlamında ilk derece mahkemesince duruşma yapılması kural olup, mahkemece tarafların iddia ve savunmalarının toplanarak duruşma açılması ve tarafların açıklamaları dinlenildikten sonra sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken dosya üzerinde karar verilmesi hatalı olup, bozmayı gerektirir.

    2-Bozma nedenine göre, davalının sair temyiz itirazlarının incelenmesine bu aşamada gerek görülmemiştir...)
    gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

    HUKUK GENEL KURULU KARARI
    Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Dava; tüketici kredisi sözleşmesi kapsamında haksız olarak tahsil edilen masrafların iadesi istemine ilişkindir.

    Mahkemece, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 320.maddesi uyarınca dosya üzerinden yapılan inceleme sonunda davanın kabulüne dair verilen karar, davalı banka vekilinin temyizi üzerine Özel Daire tarafından yukarıda açıklanan gerekçelerle bozulmuş; yerel mahkemece, önceki kararda direnilmiştir. Direnme hükmü davalı vekili tarafından temyiz edilmektedir.

    Uyuşmazlık, tüketici mahkemesinde basit yargılama usulüne tabi eldeki davada 6100 sayılı HMK’nın 320.maddesi uyarınca; taraflar duruşmaya davet edilmeden, dosya üzerinden karar verilip verilemeyeceği noktasında toplanmaktadır. Gerek mülga 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un 23/2. maddesi, gerekse yürürlükte bulunan 6502 sayılı TüketicininKorunması Hakkında Kanun’un 73/4.maddesine göre, tüketici mahkemelerinde “basit yargılama usulü”nün (6100 sayılı HMK. m.316 vd.) uygulanacağı hüküm altına alınmıştır.

    Hemen bu noktada uyuşmazlığın çözümü için basit yargılama usulünün özellikleri üzerinde durulmasında yarar vardır: 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu(HMK)’nda iki temel yargılama usulü düzenlenmiştir. Bunlar; yazılı (m.118-186) ve basit (m.316-322) yargılama usulleridir. Davanın açıldığı mahkemeye veya uyuşmazlığın niteliğine göre uygulanacak yargılama usulü farklılık göstermektedir. Örneğin, asliye hukuk mahkemelerinde kural olarak yazılı yargılama usulü uygulanırken, sulh hukuk mahkemelerinde basit yargılama usulü uygulanır.

    6100 sayılı HMK’nın “Basit yargılama usulüne tabi dava ve işler” başlıklı 316. maddesinin (g) bendi düzenlemesi uyarınca; “Diğer kanunlarda yer alan ve yazılı yargılama usulü dışındaki yargılama usullerinin uygulanacağı belirtilen dava ve işler” basit yargılama usulüne tabidir. 6100 sayılı HMK’da yazılı yargılama usulü ayrıntılı olarak düzenlenmiş, basit yargılama usulü ise temel özellikleri ve farklı noktalarıyla belirtilmiş olup, hüküm bulunmayan hallerde yazılı yargılama usulüne ilişkin hükümlerin uygulanacağı ifade edilmiştir (m.322/1).

    Basit yargılama usulü, daha çabuk sonuçlandırılması gereken, daha kısa bir incelemeye ihtiyaç duyan ve daha kolay bir inceleme ile sonuçlandırılabilecek dava ve işler için kabul edilmiş daha basit, daha seri bir yargılama usulüdür. Basit yargılama usulünde, dava ve davaya cevap verilmesi yazılı yargılama usulünde olduğu gibi dilekçe ile olur (m.317/1). Ancak dava ve cevap dilekçeleri, yönetmelikte belirlenecek formun doldurulması suretiyle de verilebilir (m.317/4). Burada amaç, basit işlerde avukat tutamayanlara kolaylık ve böyle bir durumda dahi dava ve cevap dilekçelerinin bir düzen içinde mahkemeye verilmesini sağlamak, ayrıca hak kayıplarının önüne geçmektir.

    Basit yargılama usulünde cevap süresi, dava dilekçesinin davalıya tebliğinden itibaren iki haftadır. Ancak, mahkeme duruma göre, bu sürede cevap dilekçesi verilmesi zor ise, bu süre içinde başvurulmak kaydıyla bir defaya mahsus olarak ve iki haftayı geçmeyecek ek bir süre verebilir (m.317/2). 6100 sayılı HMK'nın 317.maddesinin 3.fıkrası uyarınca, basit yargılama usulünde, dava ve cevap dilekçesi dışında cevaba cevap (replik) ve ikinci cevap (düplik) dilekçesi verilemez. Bu çerçevede, taraflar dilekçeleriyle birlikte, tüm delillerini açıkça ve hangi vakıanın delili olduğunu da belirterek bildirmek, ellerinde bulunan delillerini dilekçelerine eklemek ve başka yerlerden getirtilecek belge ve dosyalar için de, bunların bulunabilmesini sağlayacak bilgilere dilekçelerinde yer vermek zorundadırlar. Dilekçe sayısı, bu usulde görülecek işlerin basit olması ve kısa sürede karara bağlanmasını sağlamak amacıyla sınırlandırıldığından, birer defa dilekçe vermek durumunda olan tarafların daha dikkatli davranmaları gerekmektedir.

    Basit yargılama usulünde iddia ve savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesi yasağı, yazılı yargılama usulünden farklı olarak dava açılmasıyla ve cevap dilekçesinin mahkemeye verilmesiyle başlar (m.319).

    6100 sayılı HMK’nın basit yargılama usulünde “Ön inceleme ve tahkikat” başlıklı 320. maddesi uyarınca; “Mahkeme, mümkün olan hâllerde tarafları duruşmaya davet etmeden dosya üzerinden karar verir. Daha önce karar verilemeyen hâllerde mahkeme, ilk duruşmada dava şartları ve ilk itirazlarla hak düşürücü süre ve zamanaşımı hakkında tarafları dinler; daha sonra tarafların iddia ve savunmaları çerçevesinde, anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususları tek tek tespit eder.”

    Görüldüğü üzere, basit yargılama usulünde, yazılı yargılama usulünden farklı olarak ön inceleme ve tahkikat işlemleri de basitleştirilmiştir. Bu kapsamda eğer, dosya üzerinden karar verilmesi mümkünse (örneğin, geçici hukuki korumalarda), taraflar duruşmaya çağrılmadan sadece dilekçe ve delilleri dikkate alınarak karar verilebilir.

    Buna göre; HMK’nun 320.maddesinin açık düzenlemesi karşısında mahkeme, basit yargılama usulüne tabi dava ve işlerde, dava şartları yoksa davayı usulden reddedebilir; ilk itirazlar hakkında ya da dilekçelere eklenen deliller yeterli görülürse davanın esası hakkında karar da verebilir. Dilekçeler aşamasının tamamlanmasından sonra, tarafların dilekçelerine ekledikleri ya da ilgili yerlerden getirtilmesini istedikleri delillerin toplanması ile mahkemece tarafların iddia ve savunmaları ile delilleri incelenmiş olacaktır. Bu nedenle ön inceleme duruşması yapılmadan dosya üzerinden, mevcut deliller ile dava şartları ve ilk itirazlardan başka, davanın esası hakkında da karar verilmesi mümkündür. Bu şekilde dosya üzerinden karar verildiğinde, taraflara dava ve cevap dilekçesinin tebliği ile bu dilekçelerinde bildirdikleri deliller toplanmış olacağından, hukuki dinlenilme hakkının ihlal edildiğinden de söz edilemeyecektir.

    Yukarıda açıklandığı üzere, dosya üzerinden karar verilemiyorsa, bu durumda mahkeme ön inceleme yapar. Burada da, mahkeme dava şartları ve ilk itirazların varlığını inceleyerek, hak düşürücü süreler ve zamanaşımı süreleri hakkında tarafları dinler. Bundan sonra hakim, tarafların iddia ve savunmaları çerçevesinde, anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususları tek tek tespit ederek, tarafları sulhe teşvik eder. Tarafların sulh olup olmadıkları; sulh olmamışlarsa anlaşamadıkları hususların nelerden ibaret olduğu tutanağa yazılır ve tutanak hazır bulunanlarca imzalanır. Tahkikat bu tutanağa göre yürütülür (m.320/2). Yukarıda belirtilen ön incelemeden sonra mahkeme, tarafların dinlenmesi, delillerin incelenmesi ve tahkikatın yürütülmesi için en fazla iki duruşmada yargılamayı tamamlamak zorundadır ve duruşmaların arası da en fazla bir ay olmalıdır (m.320/3-c.1).

    Basit yargılama usulünde tahkikat tamamlandıktan sonra, yazılı yargılama usulünde olduğu gibi sözlü yargılama için ayrı bir kesit öngörülmemiştir; bunun için ayrıca süre verilmez. Hakim tahkikatın tamamlandığı duruşmada, tarafların son beyanlarını alır ve yargılamanın sona erdiğini belirterek hükmünü tefhim eder (m. 321/1).

    Nitekim, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 26.03.2014 gün ve E:2013/10-777, K:2014/396; 26.06.2013 gün ve E:2013/18-18, K:2013/891; 30.04.2014 gün ve E:2013/21-1655, K:2014/558 sayılı ilamlarında da aynı ilkeler benimsenmiştir.

    Somut uyuşmazlığın incelenmesinde; mahkemece, tensip zaptı düzenlenerek, taraflara delillerini bildirmeleri yönünde ara kararı alındığı ve davanın taraflarına anılan bu tutanağın tebliğ edildiği, yine davalı bankadan kredi sözleşmesi ve eklerinin istenilerek dosyaya getirtildiği, bunun üzerine dosya üzerinden bilirkişi incelemesi yaptırıldığı, bu inceleme sonucu alınan rapor davanın taraflarına tebliğ edildiği, davalı bankanın açılan davaya bir cevap vermediği gibi tebliğ edilen bilirkişi raporuna da bir itirazda bulunmadığı, tüm bu aşamalardan sonra taraflar duruşmaya davet edilmeden dosya üzerinden nihai kararın verildiği dosya kapsamından anlaşılmaktadır.

    Mahkemece, dosya üzerinden yapılan inceleme sonunda, taraflar duruşmaya davet edilmeksizin hüküm kurulmuş ise de, dosyanın incelenmesinde mahkemenin taraflarca bildirilen delillerle yetinmeksizin re'sen incelemeye girişerek delil topladığı ve değerlendirdiği, diğer bir ifade ile tahkikat aşamasına ilişkin işlemler yaptığı anlaşılmaktadır.

    6100 sayılı HMK'nın 320.maddesinin 1.fıkrasında “mümkün olan hallerde” taraflar duruşmaya davet edilmeksizin karar verileceği düzenlenmiş olup, mahkemece, re'sen delil toplanmakla, dosyada mevcut delillerin karar verilmesine yeterli görülmediğinin kabulü zorunludur. Bu durumda somut olayda, dosya üzerinden karar verilebilmesi “mümkün olan haller” bulunmadığından, davalıya hukuki dinlenilme hakkı tanınmadan, taraflar duruşmaya davet edilmeksizin karar verilmesi isabetsizdir.

    Yukarıda yapılan açıklamaların ışığında, somut olay itibariyle duruşma açmadan dosya üzerinden karar verilmesi doğru değildir. Nitekim, Hukuk Genel Kurulunun 28.01.2015 gün ve E:2013/13-1697, K:2015/790 sayılı ilamında da aynı sonuca varılmıştır. Hal böyle olunca; yerel mahkemece, aynı yöne işaret eden ve Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmiş olması usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

    SONUÇ:Davalının temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma ilamında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 05.06.2015 gününde oyçokluğu ile karar verildi.

    KARŞI OY

    Dosya kapsamına göre, davacının davalı bankadan konut kredisi kullandığı, krediye ilişkin olarak masraf ve komisyonu ve yeniden yapılandırdığı için komisyon bedeli alındığı bildirilmiş ve tahsil edilen toplam 3.051,00 Türk Lirasının alındığı tarihten itibaren faiziyle birlikte tahsiline karar verilmesi talebiyle dava açıldığı anlaşılmıştır.
    5411 sayılı Bankacılık Kanunu'nun Faiz Oranları ve Diğer Menfaatler başlıklı 144. maddesinde faiz oranları ve diğer menfaatlerin nitelik ve oranlarını belirleme yetkisi Bakanlar Kuruluna verilmiş, Bakanlar Kurulunun bu yetkiyi Merkez Bankasına devredebileceği düzenlenmiş, Bakanlar Kurulu 22.11.2006 tarihli ve 26354 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 16.10.2006 tarihli ve 2006/11188 sayılı kararıyla yetkisini Merkez Bankasına devretmiş, Merkez Bankası da 09.12.2006 tarihli ve 26371 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanan 2006/1 sayılı kararı ile faiz oranı ve diğer menfaatlerin sınırlarını serbestçe belirleme yetkisini bankalara bırakmıştır.

    Dosyada mevcut sözleşme, kanun ve kararlardan anlaşılacağı üzere, bankanın ilk defa kredi kullandırırken ücret alabileceği, ancak bu miktarı ya da oranını sözleşmede ya da ödeme planında belirlemesi, tüketiciyi açık ve anlaşılır şekilde kredi şartları ve masrafları konusunda bilgilendirmesi, masrafların zorunlu olması gerektiği açıktır. 500,00 Türk Lirası kredi masrafında her ne kadar tüketici bilgilendirilmişse de masrafın nereye harcandığının belli olmadığı, kredi masrafının zorunlu masraflardan olmadığı, banka bünyesinde kaldığı ve gizli faiz olduğu, 2.551,00 Türk Lirası yapılandırma komisyonunun tahsilinde bir zorunluluk bulunmadığı, kredinin erken ödenmediği anlaşılmıştır.

    Mahkemece somut olayda davalı tüketicinin 13.07.2010 tarihinde konut kredisi kullandığı, bankaca konut kredisi sözleşmesi, sözleşme öncesi bilgi formunda masraf kesileceğinin belirtilmediği, masraf bölümlerinin boş bırakıldığı, tüketici parayı çekmek için vezneye gittiğinde masraflar kaynaktan kesilerek kalan paranın ödendiği, adeta tüketicinin kalan parayı almaya mecbur bırakıldığı, zira tüm imzaların atıldığı ve her şeyin bittiği, tüketicinin bu aşamadan sonra krediden vazgeçme imkanının ve seçiminin olmadığı anlaşılmıştır. Yine davacı, kullanmış olduğu krediyi erken ödemek için bankaya müracaat etmemiş olup, faizlerin düşmesi sebebiyle 02.11.2010 tarihinde yeniden yapılandırma talebinde bulunmuştur. Davalı banka yeniden yapılandırmayı kabul etmek zorunda değildir. Buna rağmen serbest iradesiyle yapılandırmayı kabul etmiştir. Zira son yıllarda bankalar arasında şiddetli bir rekabet mevcuttur ve kimse müşterisini kaybetmek istememektedir. Bu sebeple sık sık faiz indirimi yapılmakta, ancak müşteriler gerektiği gibi bilgilendirilip, aydınlatılmadan faiz dışı gelirler artırılarak, gizli faiz uygulanmaktadır. Davacının da yeterince bilgilendirilmediği, davacıdan 13.07.2010 tarihinde 500,00 Türk Lirası kredi tahsis ücreti ile 02.11.2010 tarihinde 2.551,00 Türk Lirası yapılandırma komisyonu kesildiği dekontlardan anlaşılmıştır. Dolayısıyla yapılan işlemin tamamen güçlü durumda bulunan bankanın kontrolü ve uygulamasında olduğu, tüketicinin sözleşme içeriğine müdahale edemediği, konut kredisi sözleşmesi ve yapılandırmanın müzakere edilmeksizin imzalandığı, tahsil edilecek ücretler konusunda mutabakat sağlanmadığı, bu durumun da iyiniyet kuralına aykırı olup, tüketici aleyhine dengesizliğe yol açtığı ve haksız şart teşkil ettiği, 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun'un 6. maddesinde ve Tüketici Sözleşmelerindeki Haksız Şartlar Hakkında Yönetmelik 5-6-7 maddelerinde yapılan düzenlemelerle tüketiciden sözleşmede yer almayan hiçbir kesintinin yapılamayacağı, sözleşmede yer alan haksız şartların tüketici için bağlayıcı olmayacağının belirtildiği, kredi tahsis ücreti ve yapılandırma masrafının banka için zorunlu masraflardan olmadığı düşüncesiyle sonuca gidilerek tüketici aleyhine haksız şart teşkil eden kredi tahsis ücreti ve yapılandırma komisyonu olmak üzere toplam 3.051,00 Türk Lirasının davalıdan tahsiline hükmedilmiştir.
    Mahkemece bu sonuca, davacı tarafından dava açılırken sunulan ve davalının cevap dilekçesi ekinde verdiği bilgi ve belgelerden ulaşmış ve hüküm vermiştir. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 320/1. madde hükmüne göre "Mahkeme, mümkün olan hâllerde tarafları duruşmaya davet etmeden dosya üzerinden karar verir." Bu hükmün getiriliş amacı madde gerekçesinde "Yazılı yargılama usulünde, dilekçelerin verilmesi aşamasından sonra, önce ön inceleme, daha sonra tahkikat aşamasına yer verilmiştir. Basit yargılama usulünde de temelde bu aşamalar yer almakla birlikte, yargılamanın daha kısa sürede tamamlanabilmesi için bunlar birbiriyle bağlantılı olarak birlikte düzenlenmiş, işlemler basitleştirilmiş ve süreler daha kısa tutulmuştur.

    Birinci fıkra ile, bazı, basit yargılama usulüne tâbi dava ve işlere dosya üzerinden de karar verilmesi mümkün hâle getirilmiştir. Hatta basit yargılama usulüne tâbi dava ve işler sayılırken bu durum ayrıca bir bentte düzenlenmiştir. Bu sebeple, dilekçelerin verilmesi aşamasından sonra, dilekçeler ve dosyada yer alan deliller yeterli görülüyorsa, ayrıca ön inceleme yapmadan ve duruşma açmadan da karar verilebilir. Bir tereddüt olmaması için, bu husus birinci fıkrada açıkça belirtilmiştir." biçiminde açıklanmıştır.

    Burada dilekçeler aşamasının tamamlanmasından sonra tarafların dilekçelerine ekledikleri ya da ilgili yerlerden getirtilmesini istedikleri deliller toplandıktan sonra değerlendirme yapılmaktadır. Bu durumun 6100 sayılı Kanun'un 30. maddesinde düzenlenen "Hâkim, yargılamanın makul süre içinde ve düzenli bir biçimde yürütülmesini ve gereksiz gider yapılmamasını sağlamakla yükümlüdür." kuralına da uygun olduğu, dayanağının Kanunun 320/1. maddesinde açıkça düzenlenmiş olması karşısında Anayasanın 36. maddesinde yer alan adil yargılanma hakkını ve 6100 sayılı Kanun'un 27. maddesindeki hukuki dinlenilme hakkını da ihlal etmeyeceği, adil kararın, en kısa sürede, en az masrafla verilmesini de sağlayacağından mahkeme uygulamasının yerinde olduğu görüşündeyim. Bu sebeplerle sayın çoğunluk görüşüne katılmıyorum. İlk derece mahkemesi kararının onanması gerektiği düşüncesindeyim.

    kaynak: https://emsal.yargitay.gov.tr/VeriBankasiIstemciWeb/yeniTasarim/index.jsp

    9 Eylül 2015 Çarşamba

    Sağ Kalan Eşin Miras Hakkı

    Sağ Kalan Eşin Miras Hakkının İncelenmesi

    Sözleşme bağı mirasçısı olan sağ kalan eşin miras hakkı Medeni Kanun'un (4721 Sayılı Kanun, MK) 499'uncu maddesinde düzenlenmiştir.

    MK'nın 499'uncu maddesinde sağ kalan eşin miras hakkı;


    "Sağ kalan eş, birlikte bulunduğu zümreye göre mirasbırakana aşağıdaki oranlarda mirasçı olur:

    1. Mirasbırakanın altsoyu ile birlikte mirasçı olursa, mirasın dörtte biri,

    2. Mirasbırakanın ana ve baba zümresi ile birlikte mirasçı olursa, mirasın yarısı,

    3. Mirasbırakanın büyük ana ve büyük babaları ve onların çocukları ile birlikte mirasçı olursa, mirasın dörtte üçü, bunlar da yoksa mirasın tamamı eşe kalır."


    şeklinde hüküm altına alınmıştır.

    Mirasbırakanın son arzularının mümkün olduğu kadar ayakta tutulması (favor testamenti/ölüme bağlı tasarruf lehine yorum) gerekir (Baygın, Cem: “Ölüme Bağlı Tasarruflarda Yorum”, Atatürk Üniversitesi Erzincan Hukuk Fakültesi Dergisi, C. IV, S. 1-2, Y. 2000, s. 574; Serozan/Engin, s. 223). Bu kapsamda, eşlerden birisinin diğerinden önce vefatı halinde, ortaklığa ait mallar ile bilcümle maddi ve manevi haklarının tamamının, sağ kalan eşe ait olacağına ilişkin sözleşmelerin de geçerli ve bağlayıcı olacağı Yargıtay içtihatlarında da kabul görmüştür.

    Bu çerçevede; sağ kalan eş ile ölen eşi arasındaki mal rejiminin tasfiyesi de öncelikli bir hukuki işlemdir. Sağ kalan eş ölen eşi ile aralarında varsa mal rejiminden kaynaklanan haklarını aldıktan sonra ölen eş adına kalan malvarlığı mirasa konu olacaktır. Sağ kalan eşin mal rejiminden kaynaklanan bu hakları mirasçılık sıfatından ayrı değerlendirilmesi gerekir.

    Boşanan eşler birbirlerinin yasal mirasçısı olamazlar ve boşanmadan önce yapılmış olan ölüme bağlı tasarruflarla kendilerine sağlanan hakları, aksi tasarruftan anlaşılmadıkça, kaybederler. 

    Diğer yandan boşanma davası devam ederken, ölen davacı eşin mirasçılarından birisinin davaya devam etmesi ve davalı eşin kusurunun ispatlanması halinde de davalı eş mirasçılık haklarını kaybeder.

    Av. Ferman Kaya

    Konuyla ilgili aşağıdaki Yargıtay kararı faydalı olacaktır.


    Hukuk Genel Kurulu 2013/473 E. , 2014/92 K.

    "İçtihat Metni"

    MAHKEMESİ : Kayseri 2. Aile Mahkemesi
    TARİHİ : 04/12/2012
    NUMARASI : 2012/761-2012/1011


    Taraflar arasındaki “aile konutu şerhi konulması” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Kayseri 2. Aile Mahkemesince davanın reddine dair verilen 03.03.2011 gün ve 2010/478 E., 2011/234 K. sayılı kararın incelenmesi davacı tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 13.02.2012 gün ve 2011/8866 E., 2012/2400 K. sayılı ilamıyla; (...Davacı, mülkiyeti davalı eşine ait olan (3) parselde kayıtlı taşınmazın tapu kaydı üzerine aile konutu şerhi konulmasını istemiştir. İstek Türk Medeni Kanunun 194/3. maddesine dayalıdır. Kayseri 3. Aile Mahkemesinin 2009/961 esas sayılı dosyasında yapılan keşifte, taşınmazın tapu sicilinde "arsa" olarak kayıtlı olmakla birlikte zemininde dubleks bir konutun mevcut olduğu davacı ve ailesinin İsviçre'de çalıştıkları Türk vatandaşı oldukları, yaz tatillerinde Türkiye'ye geldiklerinde bu konutta kaldıkları ve konutun aile konutu olduğu belirlenmiştir. Konutun hak sahibi olan davalı tarafından eşinin rızası hilafına kiraya verilmiş olması, aile konutu olduğu gerçeğini değiştirmez. Şerh, malikin temlik hakkını kısıtlayıcı bir işleve sahiptir (Tapu Sicili Tüzüğü m. 57/d). Kaldı ki konut kiraya verildikten kısa bir süre sonra da kiracı tarafından boşaltılmıştır. Taşınmazın üzerinde eylemli olarak binanın mevcut olduğu belirlendiğine ve bu binanın aile konutu olduğu tespit edildiğine göre, tapuda cinsinin "arsa" olarak gösterilmiş olması, Türk Medeni Kanununun 194/3. maddesi anlamında aile konutu şerhi verilmesine de engel değildir. Bu bakımdan istek çerçevesinde karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

    Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Dava, TMK m. 194/3 maddesi gereğince koca adına kayıtlı taşınmazın tapu kaydı üzerine aile konutu şerhi konulması istemine ilişkindir.

    Davacı, ailece yurtdışında yaşadıklarını, davalı eş adına kayıtlı Kayseri ili, Melikgazi ilçesi, Hisarcık Köyü, 97 pafta, 305 ada, 3 parselde bulunan konutu yaz dönemlerinde izne geldiklerinde kullandıklarını, konutun aile konutu olduğu belirterek taşınmaz kaydına aile konutu şerhi konulmasını talep ve dava etmiştir.

    Davalı vekili; tarafların İsviçre ' de ikamet ettiklerini, dava konusu taşınmazın aile konutu olmadığını savunmuştur. Mahkemece, tarafların ikamet ettikleri yerin İsviçre olduğu, Türkiye’de, dolayısıyla Kayseri'de ikametlerinin bulunmadığı, dava konusu taşınmazda bulunan meskenin izin dönemlerinde kullanıldığı, sürekli konut olarak kullanılmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

    Davacı vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde gösterilen nedenlerle bozulmuştur. Yerel Mahkemece, önceki kararda direnilmiş; hükmü temyize davacı vekili getirmiştir.

    Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık İsviçre’de çalışan tarafların, yaz tatillerinde Türkiye’ye geldiklerinde kaldıkları konutun aile konutu olarak kabul edilip edilemeyeceği, buradan varılacak sonuca göre de, koca adına kayıtlı dava konusu taşınmaz üzerine aile konutu şerhi konulması isteminin kabulünün gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.

    Somut olayın çözümüne katkıda bulunması açısından, aile konutu ile ilgili kimi kavram ve özelliklerin ortaya konulması ve olayın bu çerçevede değerlendirilmesinin yapılması gerekmektedir.
    Aile konutu, Türk Medeni Kanunu (TMK) düzenlemesi içinde değişik maddelerde(m. 240, 254, 279, 652) yer alsa da, konuyla ilgili temel düzenleme m. 194’de yer almıştır. Düzenlemeye göre; eşlerden biri, diğer eşin açık rızası bulunmadıkça, aile konutu ile ilgili kira sözleşmesini feshedemeyecek, aile konutunu devredemeyecek veya aile konutu üzerindeki hakları sınırlayamayacaktır. Böylece, kural olarak eşlerin birbirleri ve üçüncü kişilerle her türlü hukuki işlemi yapmaları serbestîsi Türk Medeni Kanunu felsefesi içinde kabul edilmişken(m. 193), aile konutu ile, bu kurala ayrı bir istisna getirilmiş ve aile konutunun devri, konut üzerindeki hakların sınırlandırılması esası kabul edilmiştir. Düzenleme ile malik olmayan eşe, aile konutu ile ilgili tapu kütüğüne şerh verilmesini isteme hakkı tanınmıştır (TMK m. 194/3).
    Konunun anlaşılması bakımından aile konutunun amacı, önemi, tanımı, kapsam ve unsurlarının/özelliklerinin bilinmesinde yarar bulunmaktadır.Aile konutu, kaynağını Anayasa m. 41’den alan, ailenin korunmasını amaçlayan düzenlemelerden birisidir. Gerçekten özellikle evlilik birliğinin eşler açısından iyi gitmediği zamanlarda malik olan eşin, diğer eşi cezalandırmak amacıyla, ilk işinin ailenin yaşadığı konutu elden çıkarmak olduğunu tecrübeler göstermektedir. Bu nedenle TMK'nun 194. maddesi ile genel olarak aile, özelde ise malik olmayan eş ve çocuklar korunmak istenmiştir(AYAN, Serkan: Evlilik Birliğinin Korunması, Ankara 2004, s. 71).

    Ailenin korunması, birliğin devamı için aile konutu oldukça önemli bir müessesedir. Aile konutunun önemi; ailenin tüm üyelerinin malik olmadıkları halde, konuta zilyet bulunmasında(ACABEY, Beşir: Evlilik Birliğinde Yasal Mal Rejimi, İzmir 1998, s. 62-63) yatmaktadır. Düzenleme ile malik olmayan eşe de aile konutu üzerinde söz hakkı tanınmakta ve bu konut üzerinde malik olan eşin işlemleri için diğer eşin rızası zorunlu hale getirilmektedir. Öyle ki, evlilik birliğinin eşlerden birisinin ölümü nedeniyle sona ermesi halinde dahi aile konutunun, katılma alacağına (TMK m. 240) veya miras hakkına (TMK m. 652) mahsuben sağ kalan eşe özgülenmesi kabul edilmiştir.

    Kanunda bir aile konutu tanımı yapılmamıştır. Kanun koyucunun bu davranışının bilinçli olduğu açıktır. Zira, aile konutunun niteliklerinin uygulanmada şekilleneceği, her somut olayın özellikleri ve öznel nitelikleri göz önüne alınarak çözüme gidileceği düşünülmüştür(NEBİOĞLU ÖNER, Şebnem: “Aile Konutunun Özellikleri, Unsurları, Koruma Süresi ve Koruma Nedenleri”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Kasım-Aralık 2011, Sayı 97, s. 121). Öğretide aile konutu ile ilgili olarak; eşlerin birlikte seçtikleri, varsa çocuklar gibi diğer aile üyeleri ile birlikte eylemli olarak yaşadıkları konut( AKINTÜRK, Turgut/ATEŞ KARAMAN, Derya: Türk Medeni Hukuku: Aile Hukuku, C. 2, 15. Bası, İstanbul 2013, s.121); sürekli olarak barınma ihtiyacını karşılayan ve ailenin hayat merkezini oluşturan konut(DOĞAN, Murat: “ Medeni Kanunun Getirdiği Yeni Bir Müessese: Aile Konutu”, AÜEHFD, C. VI, Sayı 1-4, Y. 2002, s. 286); eşlerin yaşamsal ilişkilerinin, işlerinin ve hayatlarının odak noktası olarak seçtikleri ve eylemli olarak-varsa-çocuklarıyla birlikte yaşadıkları müşterek konut(AYAN, s. 61); eşlerin evlilik birliğinin devamı sırasında, ortak hayatı sürdürmenin gerektirdiği, bir yerde aile olarak birlikte oturma gereksiniminin karşılanmasında kullanılmak üzere seçtikleri, bu suretle aile hayatının merkezi haline getirdikleri, konut niteliği taşıyan yer(DURAL, Mustafa/ÖĞÜZ, Tufan/GÜMÜŞ, Alper: Türk Özel Hukuku C. III: Aile Hukuku, İstanbul 2005, s. 204) şeklinde tanımlamalar yapılmıştır.

    Bu tanımlamalardan da anlaşılacağı üzere, aile konutunun unsurları; aile, konut ve ailenin yaşam faaliyetlerinin yoğunlaştığı yer olarak belirlenebilir(AYAN, s. 63). Bir konutun aile konutu olarak nitelendirilmesi için ailenin ortak kullanımına hizmet etmesi yeterlidir(ACAR, Faruk: Aile Hukukumuzda Aile Konutu Mal Rejimleri ve Eşin Yasal Miras Payı, 3. Bası, Ankara 2012, s. 20). 

    Aile konutunun tanımlaması içinde, aile konutunun temel unsurlarından birisi eşlerin yaşam faaliyetlerinin yoğunlaştığı yer olarak kabul edilmektedir (DURAL/ÖĞÜZ/GÜMÜŞ, s. 204; NEBİOĞLU ÖNER, s. 121-122; AYAN, s. 66). Nitekim Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü 2002/7 sayılı "4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu" Konulu Genelge’sinde; “aile konutunun, eşlerin bütün yasam faaliyetlerini gerçekleştirdiği ve düzenli yerleşim amacıyla kullandıkları mekânları ifade ettiği” belirtilmiştir.

    Konutun aile konutu olma kriterleri, fiziksel niteliğinden çok aile üyelerince yaşam merkezi haline getirilmesi; öznel olarak bu amaca tahsis edilmesi yanında, nesnel olarak da bu niteliğinin üçüncü kişilerce biliniyor olması gerekir(GÜMÜŞ, Mustafa Alper: Türk Medeni Kanunu’nun Getirdiği Yeni Şerhler, Ankara 2003, s. 34; NEBİOĞLU ÖNER, s. 129). Bu noktada taşınmazın eylemli olarak kullanılmasından maksadın, “sürekli ve kesintisiz olarak kullanma” olmadığını ifade etmek gerekir. Nitekim uygulamada, eşlerin eylemli olarak ayrı yaşamaları halinde, aile konutunun bu niteliğinin devam edeceği kabul edilmektedir. Öte yandan, az yukarıda değinildiği üzere, evlilik birliğinin ölümle sona ermesi halinde dahi aile konutunun bu özelliği, “aile konutunun sağ kalan eşe özgülenmesi”(TMK. m. 240, 652) bağlamında önem arzetmektedir.
    Yerel Mahkeme’nin gerekçesinde tutunduğu “yerleşim yeri” kavramı açısından, yerleşim yeri ile aile konutu ilişkisi üzerinde de durmak gerekir. Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, bu iki müessesenin birbirine karıştırılmaması gerekmektedir. Hiç kuşkusuz aile konutu ile yerleşim yerinin unsurları bakımından çakışan noktalar bulunmakta ise de(NEBİOĞLU ÖNER, s. 134), aynı kavramlar değildirler. Aile konutu denildiğinde, kavram içindeki “konut”un, eşlerin barınma amaçlı kullandıkları, çoğunlukla bir yapı, yani kapalı bir yeri ifade ettiği söylenebilir. Öğretide konut, “eşlerin düzenli olarak yerleşim amacıyla kullandıkları kapalı mekan” olarak tanımlanırken(KILIÇOĞLU, Ahmet M.: Türk Medeni Kanunu’nda Diğer Eşin Rızasına Bağlı Hukuksal İşlemler ve Yasal Alım Hakkı, Ankara 2002, s. 8) tanımlamadaki “yerleşim” ifadesinin, yerleşim yeri değil “barınma” anlamında kullanıldığı açıktır. Yerleşim yeri konusunda ise tanımlama doğrudan Türk Medeni Kanunu tarafından yapılmış olup, buna göre; “yerleşim yeri bir kimsenin sürekli kalma niyetiyle oturduğu yerdir”(TMK m. 19/1). Görüldüğü üzere, aile konutunun sürekli olması koşulu bulunmadığı halde(HGK. 28.09.2011, 2011/2-447, 556) yerleşim yerinde “süreklilik” esası kabul edilmiştir. Bu açıdan bakıldığında, aile konutu her zaman yerleşim yeri olmayabilir(ŞIPKA, Şükran: Türk Medeni Kanunu’nda Aile Konutu ile İlgili İşlemlerde Diğer Eşin Rızası(TMK m. 194), İstanbul 2002, s. 68). Esasen zorunlu nedenlerle eşlerden birisinin farklı yerleşim yeri edinmesi halinde(TMK m. 197/1; 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun m. 4/1-b) dahi eşlerden birisinin yerleşim yerinin değişmesine karşın aile konutu değişmemektedir. Eş söyleyişle, yerleşim yeri değişen eş açısından, aile konutunun bu niteliği aynı devam etmektedir. Öte yandan “bir kimsenin aynı zamanda birden çok yerleşim yeri olamayacağı” ilkesi (TMK m. 19/2) kabul edilmişken, aynı sınırlama aile konutu konusunda getirilmemiştir.

    Eldeki olay itibariyle “aile konutunun tekliği” sorunu üzerinde de durmak gerekmektedir. Aile konutunun, eşlerin yaşam faaliyetlerinin yoğunlaştığı yer olması konusu bakımından eylemli olarak sürekli ve kesintisiz oturmanın şart olmadığı kabul edilmekle birlikte, aile konutunun tekliği açısından konu uygulama ve öğretide tartışmalıdır. Aslında kanun koyucu bu tartışmaların yaşanacağını önceden görmüş olmalı ki, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu daha tasarı aşamasında iken, oluşturulan alt komisyon tarafından aile konutunun tekliği prensibinin, maddeye ayrı bir fıkra olarak “aileye ancak bir konut özgülenebilir” şeklinde eklenmesi teklif edilmiştir(KILIÇOĞLU, , s. 14, dipnot 18). Ancak, teklif kabul edilmeyerek, Madde şimdiki hali ile yasalaşmıştır.

    Unsurlardan yola çıkarak, kural olarak aile konutunun tekliğinin esas olduğunu söylemek mümkündür. Ne var ki, yine aynı unsurların bulunması şartıyla, aile tarafından birden fazla konutun aile konutu olarak özgülenmesine, eş söyleyişle ailenin birden fazla konutta yaşam faaliyetlerini yoğunlaştırmasına yasal bir engel de bulunmamaktadır(AYAN, s. 68). Gerçekten Yasa’da aile konutu sayı olarak sınırlandırılmamıştır.
    Belirtmek gerekir ki, bu gün gelinen noktada ikincil nitelikteki konutlar (yazlık, yayla evi, dağ evi, karavan gibi) aile konutu olarak kabul edilmemekte ise de (AKINTÜRK/ATEŞ KARAMAN, s. 121; DOĞAN, s.286; DURAL/ÖĞÜZ/GÜMÜŞ, s. 205) ikinci konutun -duruma göre- aile konutu olarak nitelendirilmesinin mümkün olduğu kabul edilmektedir. Kimi istisnai hallerle sınırlı tutulan aile konutunun birden fazla olabileceğinin kabulü (ACAR s. 32; ŞIPKA, s. 82; Krş. DURAL/ÖĞÜZ/GÜMÜŞ, s. 205) “ailenin yaşam faaliyetlerinin birden fazla yerde yoğunlaşması” hali ile izah edilmektedir. Bu yoğunlaşma da çeşitli nedenlerle olabilmektedir. Sözgelimi, eşlerin farklı yerlerde çalışmaları, çocukların eğitimi, zorunlu tayinler ve sağlık gibi nedenler birden fazla konutun aile konutu olarak özgülenmesini gerektirebilmektedir(ŞIPKA, s. 79). Bu örnekler bağlamında, yabancı ülkede çalışan ve o ülkede yaşayan Türk ailelerin, yılın belirli bir dönemini Türkiye’de geçirmeleri halinde, Türkiye’ye geldiklerinde kalma amacıyla düzenli olarak kullandıkları bir konutun, aile konutu sayılması gerektiği kabul edilmektedir(ŞIPKA, s. 80). Şu halde, yurt dışında yaşayan bir ailenin, Türkiye’ye geldiğinde kullandığı tek konutu, diğer unsurların da bulunması koşuluyla, aile konutu olarak kabul edilmelidir. Nitekim aynı ilke Hukuk Genel Kurulu’nun 28.09.2011 gün ve 2011/2-447, 556 sayılı kararında da benimsenmiştir.

    Yukarıdaki açıklamalar çerçevesinde somut olay irdelendiğinde; dava konusu taşınmaz davalı koca adına kayıtlıdır. Taraflar yurtdışında çalışmakla birlikte, her yıl ailece Türkiye’ye izne gelerek, yine ailece dava konusu konutu kullandıkları konusunda çekişme bulunmamaktadır. Ailenin dava konusu taşınmazı salt bu amaca özgülediği ve kiraya vermediği ya da başka bir amaçla kullanmadığı toplanan delillerden anlaşılmıştır. Dava konusu konut, tarafların Türkiye’de bulundukları sürece ortak yaşam faaliyetlerini sürdürme ve oturma ihtiyacı için kullanıldığına, tarafların Türkiye’de bu amaçla kullandıkları başka bir konutları bulunmadığına göre, Türkiye’de iken kullandıkları tek konut olan dava konusu yerin, aile konutu olarak özgülendiğinin(TMK m. 194) kabulü gerekir.
    Açıklanan bu nedenlerle, Yerel Mahkemece, aynı yönlere işaret eden ve Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırı olup, direnme kararı bozulmalıdır.

    S O N U Ç: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile; direnme kararının yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı 6217 Sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 1086 sayılı HUMK'nun 440/1.maddesi uyarınca kararın tebliğinden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 12.02.2014 gününde oybirliği ile karar verildi.

    Kaynak: https://emsal.yargitay.gov.tr/VeriBankasiIstemciWeb/GelismisDokumanAraServlet