27 Ağustos 2017 Pazar

Kıymetli Evraktaki Hak Kavramı ve Kambiyo Senetleri

Kıymetli Evrak

Kıymetli evrakın tanımı Türk Ticaret Kanunu'nun (TTK, 6102 Sayılı Kanun) 645'inci maddesinde: "Kıymetli evrak öyle senetlerdir ki, bunların içerdikleri hak, senetten ayrı olarak ileri sürülemediği gibi başkalarına da devredilemez." şeklinde yapılmıştır. Madde hükmünde açıkça görüldüğü üzere; kıymetli evrakta hak senede sıkı sıkıya bağlıdır ve senetsiz ileri sürülemeyecek niteliktedir. Kıymetli evraktaki hak da ancak senetle devredilebilir. Bu nedenle senetsiz devir yapıldığına ilişkin iddialara itibar edilemeyecektir.

Kullanımı daha yaygın olan kambiyo senetleri olan "poliçe, bono ve çek" toplumda en yaygın bilinen kıymetli evrak çeşididir.

Kıymetli Evrakın Özellikleri:

- Kıymetli evraktaki hak devredilebilir nitelikte olmalıdır. Bu itibarla kişilik hakları kıymetli evraka konu oluşturmaz.

- Kıymetli evrakın içerdiği hak parasal değeri olan bir hak olma­lı­dır. Parasal değer, nesnel (objektif) olmalı kişiden kişiye değişmemelidir.

- Hakla senet arasında sıkı bir bağ vardır. Senetsiz hak ileri sürülemez ve devredilemez. Kıymetli evrakta hak senedi, senet hakkı izler. Senet olmaksızın hak devir ve dermeyan edilemez.

- Kıymetli evrakta soyutluk (mücerretlik) ilkesi yürürlüktedir. Senedin düzenlenmesine neden olan temel borç ilişkisi, kıymetli evraktan anlaşılamaz. Bütün mücerret alacaklarda olduğu gibi kambiyo senedi alacağı da kural olarak, uygun bir asıl borç ilişkisine, yani bir illi ilişkiye dayanır. Fakat genel ilke olarak kambiyo senedinden doğan talep hakkına kambiyo hukuku, temel talebe ise bu talebin ait olduğu hukuk kurallarının uygulanacağını söyleyebiliriz. Bu husustaki diğer önemli bir nokta da kambiyo senedinden kaynaklanan talebin geçerliliği, temel ilişkiden kaynaklanan temel talebin ve bununla ilgili olarak taraflar arasında varılmış amaca ilişkin mutabakatın geçerliliğinden tamamen bağımsız olmasıdır. Bir kambiyo senedi düzenleyip veren ve bu senedi alan herkes, bütün hukuki işlemlerin yapılmasına temel teşkil eden bir gayeye ulaşmak istemektedir.Kıymetli evrakı düzenlenmelerine sebep olan hukukî muamele ile ilgisi bakımından mücerret (soyut) kıymetli evrak ve illî (sebebe bağlı) kıymetli evrak olarak ikiye ayırmak mümkündür. İlli kıymetli evrakta temeldeki asıl borç ilişkisi senede etkilerini devam ettirir. Asıl borç münasebetinin rengi, bir bakıma, bu münasebet dolayısıyla düzenlenmiş bulunan kıymetli evraka yansımaktadır. İllî kıymetli evraka örnek olarak hisse senedi ve deniz ödüncü senedi gösterilebilir. Meselâ, hamiline yazılı bir hisse senedini iktisap eden üçüncü şahıslar, şirket esas sözleşmesinin bütün sınırlamalarının kendilerine karşı dermeyanına tahammül etmek zorun­dadırlar. Bu sınırlamaları iktisap anında bilip bilmediklerinin bir önemi yok­tur. Mücerret kıymetli evrak, doğumuna sebep olan ilişkiden bağımsız ve so­yuttur. Kıymetli evrak bir defa doğduktan sonra, doğumuna sebep olan ilişki­deki bir aksaklık veya bozukluk kıymetli evrakın geçerliliğine etkili olmaz. Kıymetli evrakta mücerretlik ilkesi denilen bu ilke gereği, senette yer alan hak ile bu hakkın oluşumuna neden olan temel borç ilişkisi arasındaki bağ ortadan kalkmaktadır.

- Kıymetli evrak tipleri kanunda sınırlayıcı sayıda belirtilmiştir.
- Kıymetli evrak sıkı şekil şartlarına tabidir.

Kıymetli Evrakın Devir Şekilleri:

Nama Yazılı Senet: Üzerinde ilk alacaklının adının yazılı olduğu ve onun emrine kaydını içermeyen (başkalarına sadece senedi ve dolayısıyla soyut olarak senette yazılı alacağı değil, senedin yazılmasına sebep olan asıl alacağı devir hakkı veren) senettir. Bunların devri ve devrin sonuçları alacağın temliki usullerine tabidir.

Emre Yazılı Senet: Senedin ilk alacaklısının adının yazılı olmakla birlikte ayrıca onun emrine kaydı taşıyan (ya da bazı hallerde bu kayıt var sayılan) senettir. Bono, poliçe ve çekte bu kayıt var sayılır. Dolayısıyla başka bir şekil verilmiş (nama ya da hamiline) değilse kanunen emre yazılı senet olarak kabul edilir. Emre yazılı senetler, ciro ve teslim ile devredilebilir.

Hamiline Yazılı Senetler: Hamili (taşıyan, zilyet olan, elinde bulunduran) kim ise onun hak sahibi sayılacağı senettir. Dolayısıyla bu tür senetlerde devir için özel bir şekil yoktur. Hamilin elinde senedi, alacağı devretmek istediği şahsa teslim etmesi yeterlidir. Bono ve poliçe hamiline yazılmaz ancak çek hamiline yazılabilir.

Av. Ferman Kaya

İlgili Yargıtay kararları aşağıda yer almaktadır.



Hukuk Genel Kurulu 2013/2402 E. , 2015/1532 K.

KAMBİYO SENEDİ VE BONONUN HUKUKİ NİTELİĞİ
KAMBİYO SENEDİ NEDENİYLE BORÇLU OLMADIĞININ TESBİTİ
MENFİ TESPİT DAVASI
İSBAT KÜLFETİ
SENEDİN TALİLİ
BORÇ İKRARI
TÜRK MEDENİ KANUNU (TMK) (4721) Madde 6
HUKUK USULÜ MUHAKEMELERİ KANUNU(MÜLGA) (1086) Madde 287
HUKUK USULÜ MUHAKEMELERİ KANUNU(MÜLGA) (1086) Madde 288
HUKUK USULÜ MUHAKEMELERİ KANUNU(MÜLGA) (1086) Madde 290
İCRA VE İFLAS KANUNU (İİK) (2004) Madde 72
BORÇLAR KANUNU(MÜLGA) (818) Madde 17
HUKUK MUHAKEMELERİ KANUNU (HMK) (6100) Madde 200
HUKUK MUHAKEMELERİ KANUNU (HMK) (6100) Madde 201
TÜRK TİCARET KANUNU(MÜLGA) (6762) Madde 688
TÜRK TİCARET KANUNU(MÜLGA) (6762) Madde 691


"İçtihat Metni"

Taraflar arasındaki “menfi tespit” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Denizli 3.Sulh Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 01.02.2012 gün ve E:2010/1442, K:2012/92 sayılı kararın incelenmesi taraf vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 19.Hukuk Dairesinin 29.01.2013 gün ve E:2012/14275, K:2013/1601 sayılı ilamı ile;
(...Davacılar vekili, müvekkillerinin davalı şirketten akrabaları olan dava dışı N..A..'ya hediye olarak 06.04.2010 tarihli fatura karşılığı 3.377,75-TL tutarında mal aldıklarını, ayrıca kendileri için de bazı eşyalar beğenerek davalıdan toplam 6.000-TL tutarında mal almak üzere anlaştıklarını ve takibe konu edilen 6.000-TL bedelli senedi davalıya verdiklerini, hediye olarak alınan malların 06.04.2010' da N..A..' ya teslim edildiğini, ancak müvekkillerinin kendileri için almak istedikleri malları almaktan vazgeçerek davalıya bildirdiklerini, davalı tarafın elindeki senet 6.000-TL bedelli olsa da, müvekkillerinin borçlarının satılan mal bedeli olan 3.377,75-TL olup, bu borcun taksitleri bittiğinde senedi iade edeceğine dair beyanına güvenerek senedi iade almadıklarını, müvekkillerinin hediye aldıkları maldan kaynaklanan borçlarının 1.900-TL'lik kısmını davalıya ödediklerini, geriye 1.477,7-TL borç kalmasına rağmen, davalının 6.000-TL'lik senede dayanarak 4.100-TL bakiye borç kalmış gibi ihtiyati haciz kararı aldığını ve Denizli 7.İcra Müdürlüğü'nün 2010/9116 takip dosyasından takip başlattığını, müvekkillerinin takibe konulan senetten ve takipten dolayı yalnızca 1.477,75-TL borçlarının bulunduğunu belirterek, talep edilen 2.622,25-TL'lik kısımdan davalıya borçlarının olmadığının tespitine ve davalı aleyhine %40 kötüniyet tazminatına karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, müvekkilinin davacılara 18.05.2010 tarihli fatura karşılığı mal sattığını, buna istinaden davacıların 18.05.2010 düzenleme tarihli, 15.07.2010 ödeme tarihli 6.000-TL bedelli senedi düzenleyerek verdiklerini, borcun 1.900-TL' sini ödediklerini, ancak geri kalan 4.100-TL' nin ödenmemesi nedeniyle icra takibi başlattıklarını, davacıların borçlu olmadıklarını iddia ettikleri miktar bakımından ödeme ya da mal iadesi yapıldığını yazılı delillerle ispat etmeleri gerektiğini, ispat yükünün davacılarda olduğunu, zira senette "malen" kaydının bulunduğunu, önce malın teslim edildiğini ve akabinde senedin düzenlendiğini belirterek, davanın reddine ve %40 kötüniyet tazminatına karar verilmesini talep etmiştir.

Mahkemece yapılan yargılama sonucunda, davacının davaya konu takip dosyasında 15.07.2010 ödeme tarihli 6.000-TL bedelli senetten dolayı asıl alacak olarak borcunun 1.477,75-TL olduğunun (2.622,25-TL borcunun bulunmadığının) tespitine, davalı tarafın kötüniyetli olduğu ispat edilemediğinden kötüniyet tazminatına hükmedilmesine yer olmadığına karar verilmiş, hüküm her iki taraf vekillerince temyiz edilmiştir.
Dava, kambiyo senedi nedeniyle borçlu olunmadığının tespitine ilişkin olup, bonoda "malen" kaydı bulunmaktadır. Bu durum malın teslim edildiğine karine teşkil edip aksinin, iddia eden tarafından yazılı şekilde ispat edilmesi gereklidir. Mahkemece ispat külfetinin tayininde hataya düşülerek malın teslim edildiğini davalı alacaklı yanın ispatlayamadığı gerekçesiyle yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir....)
gerekçesiyle dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, kambiyo senetlerine özgü haciz yoluyla yapılan icra takibine konu yapılan bonodan dolayı borçsuzluğun tespiti istemine ilişkindir.
Mahkemece, davanın kabulüne dair verilen karar taraf vekillerinin temyizleri üzerine, Özel Dairece yukarıda yazılı nedenlerle bozulmuş; yerel mahkemece, önceki kararda direnilmiştir. Direnme kararı, davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulunun önüne gelen uyuşmazlık; “Malen” kaydını içeren bonoda ispat yükünün hangi tarafta olduğu noktasında toplanmaktadır.
Taraflar arasındaki uyuşmazlığın çözümü için gerekli ve uygulanması gereken hukuki kurum ve kuralların ne olduğunun tespitinde yarar vardır.
I-Borç ikrarı:
Hemen belirtilmelidir ki, mülga 818 sayılı Borçlar Kanununun 17.maddesine göre, borcun sebebini ihtiva etmemiş olsa bile borç ikrarı geçerlidir. Her alacak hakkının varlığı, bunu sağlayan bir hukuk ilişkisine ve bunun sebebine dayanır. Bu sebep, alacak hakkının doğumunu, hukukça ödenmesi gerekli bir hakkın var olduğunu sağlayan bir olay veya tek taraflı ya da karşılıklı bir irade açıklamasını veya bu yol ile iki iradenin uygun olarak birleşmesiyle meydana gelir. Oysa, bu sebebi göstermeden, yalnız borçlu olduğunu açıklayan kişinin, iki taraf arasındaki ilişkinin nedenini göstermeden, bir hakkın veya borcun varlığını, ödeneceği iradesini açıklamasını kanun yeterli görmüştür. Borcu doğuran irade açıklaması, mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (HUMK)’nun 290.maddesi hükmünce yazılı bir belgede tesbit olunmuş ise, bu gibi durumlarda, borcu yükümlenen kişi, yükümlendiği borcun saikinin ve amacının kapsadığı yönü kural olarak, tanıkla ispatlayamaz. İradenin bu yolda açıklanmasını sağlayan nedenler, iradenin doğup gerçekleşmesini sağlayan ön nedenler, genellikle doğan hukuki sonuca etkili olmadıklarından daha çok bu açıklamanın amacı olan neden üzerinde durulmak gerekir.
Nitekim, mülga 818 sayılı Borçlar Kanununun 17.maddesini yorumlayan 12.04.1933 gün ve 30/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararına göre, borç ikrarını içeren beyyine aleyhine delil ileri sürülebilir, ancak ikrarda borcun sebebi açıklanmış ise, davalı bu sebebin gerçekleşmediğini kanıtlayabilir. Eğer borcun sebebi belirlenmemiş ise, davalı önce ikrarın belli bir sebebi bulunduğunu, sonra bu sebebin gerçekleşmediğini kanıtlamak hakkına sahiptir. Görüldüğü üzere, 1086 sayılı HUMK’nun 290.maddesi ile 12.04.1933 gün ve 30/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca bedelsizlik iddiası ispat edilebilecektir (Hukuk Genel Kurulunun 17.04.2015 gün ve E:2013/19-1622, K:2015/1238 sayılı ilamı).
II-Kambiyo senedi ve bononun hukuki niteliği:
Hukuk Genel Kurulu’nun 17.12.2003 gün ve E:2003/19-781, K:2003/768; 12.10.2011 gün ve E:2011/19-473, K:2011/607; 04.12.2013 gün ve E:2013/19-89, K:2013/1645; 14.05.2014 gün ve E:2013/19-1155, K:2014/660; 17.04.2015 gün ve E:2013/19-1622, K:2015/1238 sayılı ilamlarında da belirtildiği üzere; bütün mücerret alacaklarda olduğu gibi kambiyo senedi alacağı da kural olarak, uygun bir asıl borç ilişkisine, bir illi ilişkiye dayanır. Bir kambiyo senedi düzenleyip veren ve bu senedi alan herkes, bütün hukuki işlemlerin yapılmasına temel teşkil eden bir gayeye ulaşmak istemektedir. Kambiyo senedinden kaynaklanan talebin geçerliliği, temel ilişkiden kaynaklanan temel talebin ve bununla ilgili olarak taraflar arasında varılmış amaca ilişkin mutabakatın geçerliliğinden tamamen bağımsızdır. Kambiyo senedinden doğan talep hakkına kambiyo hukuku, temel talebe ise, bu talebin ait olduğu hukuk kuralları uygulanır.
Bu genel açıklamadan sonra, hemen belirtmelidir ki, bono, ödeme vaadi niteliğinde bir kambiyo senedi olup, bağımsız borç ikrarını içerir (6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu (TTK)’nun 691/1.maddesi).
Bonoda şekil şartları TTK’nun 688.maddesinde sayılmıştır. Bunlar; “Bono” ya da “Emre Muharrer Senet” ibaresi, kayıtsız şartsız bir bedel ödeme vaadi, vade, ödeme yeri, lehtar, keşide yeri ve tarihi, keşidecinin imzasıdır. Zorunlu şartlardan biri eksik olduğu takdirde, senedinbono niteliği kaybolur. Bunlardan vade ve ödeme yeri esaslı şekil şartlarından değildir. Sayılan zorunlu şekil şartlarının yanında seçimlik şartlar da vardır. Bonoya isteğe bağlı olarak, faiz, bedelin nakden ya da malen alındığı veya yetkili mahkeme kayıtları da konulabilir.
Yerleşik Yargıtay kararlarında ve öğretide de kabul edildiği gibi, bonolara özgü seçimlik unsurlardan biri de, temel borç ilişkisinden kaynaklanan borcun dayandığı nedenin gösterilmesine yönelik "bedel kaydı"dır. Yinelemek gerekirse "bedel kaydı" kambiyo senedinin ihtiyari kayıtlarındandır. Bu kayıt keşidecinin (borçlunun), senedin lehdarından (alacaklıdan) karşı edayı aldığını ispata yarar. Aslında kambiyo senetleri hukuku yönünden bu kayıtların bir anlamı ve önemi yoktur. Çünkü, kambiyo senedinin düzenlenmesiyle, soyut bir borç ilişkisi yaratılmaktadır. Bu nedenle de karşı edimin elde edilip, edilmediğinin önemi de bulunmamaktadır. Temel borç ilişkisinin bir sözcükle senede yansıtılması şeklinde ortaya çıkan bedel kaydının varlığı ya da yokluğu senedin bono niteliğini etkilemez. Bedel kayıtları daha çok keşideci ile lehdar arasındaki iç ilişki yönünden ve ispat konusunda önem taşır. Kişisel def'i nedenlerinin varlığının kanıtlanmasını kolaylaştırır.
Sözü edilen kayıtlar özellikle ispat hukuku açısından ilgilileri bağlayıcı niteliktedir. Bedel kaydı içeren bononun lehdarı, artık senedin “kayıtsız ve koşulsuz bir borç ikrarı olduğu” yolundaki soyutluk kuralına dayanamayacaktır.
Borç ikrarını içeren bir belge aleyhine kanıt sunulabilir. Ancak; ikrar borcun nedenini içeriyorsa, sadece bu nedenin gerçekleşmediğinin kanıtlanması gerekir (YİBK'nun 12.4.1933 gün ve 1933/30-6 sayılı ilamı).
Bonoda kural olarak ispat yükü senedin bedelsiz olduğunu iddia eden tarafa aittir. Ancak, bir defa bir mal alışverişine dayandığı "malen" kaydıyla ya da bir alacak borç ilişkisine dayandığı "nakten" kaydı ile senede yazılmışsa, artık buna uyulmak gerekir. Bu kayıtların aksinin savunulması senedin ta'lili (nedene, illete bağlanması) anlamına gelir ki, böyle bir durumda ispat yükü yer değiştirir. Senedi ta'lil eden, savını kanıtlamak yükümlülüğü altına girer. Senette borcun nedeni "mal" ya da "nakit" olarak belirtilmişse, tarafların yazılı borç sebebine dayanmaya hakkı olacağından, ispat yükü bunun aksini ileri süren tarafa ait olacaktır. Eğer yanlardan biri senet metninde yazılı kaydın doğru olmadığını söylüyorsa, lehine olan senet karinesi çürümüş sayılacak, bunun sonucu olarak da, iddiası paralelinde ispat yükünü de üstlenecektir. Buna senedin ta'lili denmektedir. Bu anlamda ta'lil senet metninde açıklanan düzenleme (ihdas) nedenine aykırı beyanda bulunma anlamına gelmektedir.
Nihayet, “malen” ibaresi bulunan bir bonoda malın teslim alındığı, borçlu tarafından ikrar edilmiştir. Alacaklının teslim ettiğini kanıtlamak yükümlülüğü yoktur. Yazılı ikrarın aksini diğer bir deyişle, malın teslim edilmediğini borçlu kanıtlamak yükümlülüğündedir (HGK’nun 17.12.2003 gün ve E:2003/19-781, K:2003/768; 17.04.2015 gün ve E:2013/19-1622, K:2015/1238 sayılı ilamları).
III-Menfi tespit konulu eldeki davada ispat yükünün özellikleri:
2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu'nun 72.maddesi gereğince borçlu icra takibinden önce veya takip sırasında borçlu olmadığını ispat için menfî tespit davası açabilir. Kural olarak, bir vakıadan kendi lehine haklar çıkaran/iddia eden taraf, o vakıayı ispat etmeye mecburdur (4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 6.maddesi).
İspat yüküne ilişkin bu genel kural, menfi tespit davaları için de geçerlidir. Yani, menfi tespit davalarında da, tarafların sıfatları değişik olmakla beraber, ispat yükü bakımından bir değişiklik olmayıp, bu genel kural uygulanır. Bu davalarda da bir vakıadan kendi lehine haklar çıkaran (iddia eden) taraf o vakıayı ispat etmelidir.
Menfi tespit davasında borçlu ya borçlanma iradesinin bulunmadığını ya da borçlanma iradesi bulunmakla birlikte daha sonra ödeme gibi bir nedenle düştüğünü ileri sürebilir.Borçlu borcun varlığını inkar ediyorsa, bu durumlarda ispat yükü davalı durumunda olmasına karşın alacaklıya düşer. Borçlu varlığını kabul ettiği borcun ödeme gibi bir nedenle düştüğünü ileri sürüyorsa, bu durumda doğal olarak ispat yükü kendisine düşecektir.
Görülmektedir ki, menfi tespit davasında kural olarak, hukuki ilişkinin varlığını ispat yükü davalı/alacaklıdadır ve alacaklı hukuki ilişkinin (borcun) varlığını kanıtlamak durumundadır. Borçlu bir hukuki ilişkinin varlığını kabul etmiş, ancak bu hukuki ilişkinin senette görülenden farklı bir ilişki olduğunu ileri sürmüşse bu kez, hukuki ilişkinin kendisinin ileri sürdüğü ilişki olduğunu ispat külfeti davacı borçluya düşmektedir. Zira, davacı borçlu senedin bir hukuki ilişkiye dayanmadığını değil, başka bir hukuki ilişkiye dayandığını ileri sürmekte; temelde bir hukuki ilişkinin varlığını kabul etmektedir (Hukuk Genel Kurulu’nun 17.12.2003 gün ve E:2003/19-781, K:2003/768; 12.10.2011 gün ve E:2011/19-473, K:2011/607; 04.12.2013 gün ve E:2013/19-89, K:2013/1645; 14.05.2014 gün ve E:2013/19-1155, K:2014/660; 17.04.2015 gün ve E:2013/19-1622, K:2015/1238 sayılı ilamları).
IV-İspat hukuku yönünden geçerli kurallar:
1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 287.maddesi (6100 sayılı HMK m.189/3);
“Kanunun muayyen bir delil ile ispatını emreylediği hususlar başka suretle ispat olunamaz. İki tarafça muayyen deliller ile ispatı tahriren kabul edilmiş olan veya muhakeme esnasında olveçhile beyinlerinde karar verildiği ikrar olunan maddeler hakkında başka delil kabul olunmaz.”
Hükmünü amirdir.
Aynı Kanunun 288.maddesinde (6100 sayılı HMK m.200/I) “senetle ispat” ve 289. maddesinde (6100 sayılı HMK m.200/II) de “senetle ispat gereken hallerde karşı tarafın açık muvafakati ile tanık dinlenebileceği” hususları düzenlenmektedir.
Yine Aynı Kanunun 290.maddesinde (6100 sayılı HMK m.201);
“Senede bağlı olan her çeşit iddiaya karşı defi olarak ileri sürülen ve senedin hüküm ve kuvvetini ortadan kaldıracak veya azaltacak nitelikte bulunan hukuki işlemler … liradan az bir miktara ait olsa bile tanıkla ispat olunamaz. “
denilmekte ;
293.maddesinde de (6100 sayılı HMK m.203);
“Aşağıdaki hallerde her halde şahit ikame olunabilir:
1-Usul ve füru, birader ve hemşire veya karı koca ve kayınpeder ve valide ile damat ve gelin arasındaki muameleler,
2-Cürümden mütevellit olsun olmasın tazminatı müstelzim fiiller,
3-Yangın veya kazayı bahri veyahut düşman istilası gibi senet alınması gayrimümkün veya fevkalade müşkül hallerde yapılan muameleler.
4-Halin icabına ve iki tarafın vaziyetlerine nazaran senede raptı müteamil olmıyan muameleler,
5-Akitlerde hata, hile, gabin, cebir ve ikrah vukuu.”
Hükmü yer almaktadır.
Usul hukukumuzda senede karşı senetle ispat zorunluluğu ilkesi kabul edilmiştir. Senede bağlı olan her çeşit iddiaya karşı def'i (savunma) olarak ileri sürülen ve senedin hüküm ve kuvvetini ortadan kaldıracak veya azaltacak nitelikte bulunan hukuki işlemler, m.290'daki meblağdan az bir miktara ilişkin olsa bile tanıkla ispat olunamaz; ancak senet (kesin delil) ile ispat edilebilir. Hemen belirtmek gerekir ki, senede karşı senetle ispat zorunluluğuna ilişkin kuralın istisnaları da m.293’de belirtilmiştir.
Bunun yanında, 18.03.1959 gün ve 18/21 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararına göre, tanıkla kanıtlama yasağı, yalan tanıklığı önleme ve davada tarafların çıkarlarını koruma amacına yöneliktir. Değeri belli miktarı aşan hukuki işlerin tanıkla kanıtlanması yasağına ilişkin ilkeler, kamu düzeni düşüncesiyle yasaya konulmuş hükümlerden değildir. Ancak yazılı sözleşme ile ya da duruşma tutanağında usulüne uygun olarak belgelendirilmiş ikrar ile anlaşılan açık bir muvafakat bulunduğu takdirde sadece belli tanıklar dinlenebilir.
Somut olay bu ilke ve kavramlar ışığında değerlendirildiğinde:
Eldeki dava, kambiyo senedinden dolayı borçlu olunmadığının saptanması istemine ilişkin olduğuna göre, konunun kambiyo, ispat hukuku açısından ve yukarıdaki açıklamaların ışığında ele alınması gerekir.
Görülmekte olan davada, davacılar senetteki imzayı inkar etmemiş; davacılar, takibe konu yapılan bono nedeniyle davalıya borçlu bulunmadığını iddia ederek, borçlu olmadığının tespitini istemiştir.
Yukarıda vurgulandığı üzere, senede karşı senetle ispat kuralı gereğince, davacı-borçlu takibe konulan bononun bedelsiz olduğunu yazılı delille kanıtlaması gerekir. Takibe konu yapılan senedin (bononun) metninden bu anlaşılamadığı gibi, davacılar bu iddiasını yasal olarak ispatlayacak yazılı bir delil de dosyaya sunmamıştır. Zira, davacılar, senedin (bononun) keşidecisi ve kefili, davalı da lehtarı bulunduğuna göre, senedin tarafı olan davacı üçüncü kişi olmadığından, bedelsizlik iddiasını tanıkla değil, usulün öngördüğü biçimde yazılı delille ispatlaması gerekir.
Bunun yanında, tanık dinleme yoluyla bonoların geçersizliğinin ispatı ancak, 18.03.1959 gün ve 18/21 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararındaki şartlar dairesinde mümkün olduğundan, eldeki davada ise, bu şartlar da gerçekleşmemiştir.
Davaya konu bonoda “malen” ibaresi bulunduğuna göre, böyle bir bonoda malın teslim alındığı, borçlu tarafından ikrar edilmiştir. Alacaklının teslim ettiğini kanıtlamak yükümlülüğü yoktur. Yazılı ikrarın aksini diğer bir deyişle, malın teslim edilmediğini borçlu kanıtlamak yükümlülüğündedir.
Şu durumda, uyuşmazlığa ve takibe konu yapılan bononun hukuken geçerli olduğunun kabulü gerekir.
O halde, davacı-borçlu bononun bedelsiz olduğunu ileri sürdüğüne göre, ispat yükü davacılardadır. Davacılar bu iddiasını ise, yazılı delille kanıtlamalıdır.
Öyleyse, mahkemece, hatalı gerekçe ile yazılı şekilde karar verilmiş olması doğru değildir.
Hal böyle olunca; yerel mahkemece, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ:Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile; direnme kararının Özel Daire bozma ilamında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 10.06.2015 gününde oybirliği ile karar verildi.

Kredi Sözleşmelerindeki Haksız Şartlara İlişkin Yargıtay Kriterleri


Hukuk Genel Kurulu 2014/111 E. , 2015/886 K

"İçtihat Metni"

MAHKEMESİ : Bolu 1. Asliye Hukuk Mahkemesi (Tüketici Mahkemesi Sıfatıyla)
TARİHİ : 15/01/2013
NUMARASI : 2012/369-2013/5

Taraflar arasındaki “alacak” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Bolu 1. Asliye Hukuk Mahkemesince (Tüketici Mahkemesi Sıfatıyla) davanın kabulüne dair verilen 07.08.2012 tarih ve E:2012/80, K:2012/162 sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 13. Hukuk Dairesinin 08.11.2012 gün ve E:2012/23738, K:25211 sayılı ilamı ile;

(...Davacı; 24/11/2008 tarihinde davalı bankadan 74.000 TL tutarlı konut kredisi kullandığını, kredi kullandığı tarihte banka tarafından masraf ve expertiz masrafı olarak 1.975,00 TL tahsil edildiğini, daha sonra konut kredisi faizlerinin düşmesi üzerine 15/04/2009 tarihinde ve 29/09/2009 tarihinde 2 kez ödeme konut kredisinin yeniden yapılandırılması için bankaya müracaat ettiğini, 1. yapılandırmada %4 komisyon üzerinden 2.818,00 TL, 2. yapılandırmada %3 komisyon üzerinden 1.955,00 TL tahsil edildiğini, hem kredi başvurusu sırasında hem de yapılandırmalar sırasında alınan komisyon, masraf, expertiz ücreti vs. adı altında toplam 6.748,00 TL tahsil edildiğini belirterek, kendisinden masraf, komisyon vs adı altında alınan 6.748,00 TL'nin yasal faizi ile davalı bankadan tahsiline karar verilmesini istemiştir.

Davalı; davanın reddini dilemiştir.
Mahkemece, davalı banka tarafından yapılan tahsilatlara ilişkin taraflar arasındaki sözleşme hükümlerinin haksız şart niteliğinde bulunduğu gerekçesi ile Davanın kabulü ile 6.748,00 TL'nin dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan alınarak davacıya verilmesine karar verilmiş, hüküm davalı tarafından temyiz edilmiştir.

1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle yasaya uygun gerektirici nedenlere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre davalının aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazlarının reddi gerekir.
2-Standart sözleşmeler, içeriğini kısmen veya tamamen genel işlem koşullarının oluşturduğu, tarafların karşılıklı müzakereleri sonucu değil, aksine, taraflardan biri veya üçüncü kişi tarafından önceden hazırlanmış hükümlerin kullanıldığı sözleşme tipi olarak tanımlanmakta olup, 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un 4822 Sayılı Kanunla değişik 6. maddesi ile, Avrupa Konseyi’nin 05.04.1993 tarihli, 1993/13/AET Yönergesinde ve bu yönergeyi iç hukuklarına aktaran Avrupa Birliği ülkelerinde, standart sözleşmelerde yer alan hükümlerin ve özellikle bu sözleşmelerin içeriğini oluşturan genel işlem koşullarının, haksız şart olduğuna ilişkin bir karine öngörülmüştür. Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunun 6.maddesinin üçüncü fıkrasına göre, “ Bir sözleşme şartı önceden hazırlanmışsa ve özellikle standart sözleşmede yer alması nedeniyle tüketici içeriğine etki edememişse, o sözleşme şartının tüketiciyle müzakere edilmediği kabul edilir. Sözleşmenin bütün olarak değerlendirilmesinden, standart sözleşme olduğu sonucuna varılırsa, bu sözleşmedeki bir şartın belirli unsurlarının veya münferit bir hükmünün müzakere edilmiş olması, sözleşmenin kalan kısmına bu maddenin uygulanmasını engellemez” hükmü yer almaktadır. Yine 4077 Sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un 4822 Sayılı Kanunla değişik 6. maddesi ile sözleşmelerdeki “haksız şart” kurumu düzenlenmiş ve satıcı ve sağlayıcının tüketiciyle müzakere etmeden, tek taraflı olarak sözleşmeye koyduğu, tarafların sözleşmeden doğan hak ve yükümlülüklerinde iyi niyet kuralına aykırı düşecek biçimde tüketici aleyhine dengesizliğe neden olan sözleşme koşullarının haksız şart olup, taraflardan birini tüketicinin oluşturduğu her türlü sözleşmede yer alan haksız şartlar tüketici için bağlayıcı olmadığı belirtilerek, satıcı veya sağlayıcının, bir standart şartın münferiden tartışıldığını ileri sürüyorsa, bunu ispat yükünün ise ona ait olduğu belirtilmiştir. 4077 Sayılı Kanunun değişik 6 ve 31 maddelerine dayanılarak hazırlanan Tüketici Sözleşmelerindeki Haksız Şartlar Hakkında Yönetmeliğin 7. maddesinde ise "satıcı, sağlayıcı veya kredi veren tarafından tüketici ile akdedilen sözleşmede kullanılan haksız şartların batıl olduğu” hükmü getirilmiştir.

Dosya kapsamına göre; taraflar arasında konut kredisi sözleşmesi düzenlenmiş olup, kredisi sözleşmesinin 6.maddesinde; sözleşme ekindeki belgeler ve kredi ile ilgili her türlü işlemin gerektirdiği, tescil, onay, fek vs ye ait her türlü vergi harç ve fon payları ve giderler/masraflar, mevcut veya ileride yasalarla öngörülebilecek tüm vergi fon ve harçlar ile bankaca yapılacak tüm masrafların tamamıyla müşteriye ait olacağı belirtilmiş ise de; anılan maddenin taraflarca ayrıca ve açıkça müzakere edildiği hususu kredi veren tarafından ispatlanmadığı gibi diğer ücret ve masraflar başlığı altında, miktarı sözleşme tarihi itibariyle belirlenmeyen ve ileride doğması muhtemel masrafların da tüketiciden alınacağına dair, tek taraflı olarak tanzim edilen hükmün, yukarıda açıklanan yasa ve yönetmelik hükümleri karşısında haksız şart olduğunun kabulü gerekir. Ne var ki incelenen dosya içeriğine göre, davacıdan yapılan tahsilatlar içerisinde, dosya masrafı ve komisyon ödemeleri dışında, sözleşme kapsamında alınan sigorta bedeli ile ekspertiz ücretinin de bulunduğu anlaşılmaktadır.

Hemen belirtmek gerekir ki; her ne kadar mahkemece, kredi sözleşmesi kapsamında yapılan hayat sigortasına ilişkin hükümlerin ve bu kapsamda sigorta priminin davacıdan tahsil edilmesinin tüketici aleyhine haksız şart oluşturduğu gerekçesiyle davanın kabulüne karar verildiği anlaşılmakta ise de, bir sözleşme hükmünün haksız şart olarak kabulü için gerekli bulunan açık ve haksız oransızlık unsurunun gerçekleşen somut olayda bulunmadığı anlaşılmaktadır. Zira, sözleşmenin bir hükmü, tüketicinin bir menfaatini ihlâl etmekle birlikte, ona önemli avantajlar da sağlıyorsa, bu kaydın tüketicinin zararına olduğunu söylemek olanaklı değildir. Davalı bankanın kredi borçlusunun hayat sigortası yapılmasındaki asıl amacının kredi borcunun teminat altına alınması olduğu, ancak belli bir prim ödeme borcu getirmekle birlikte, hayat sigortası kapsamına alınmasında davacı sigortalının da bir menfaatinin olduğu açıktır. Hal böyle olunca, sözleşme kapsamında davalıdan tahsil edilen sigorta primlerinin ilişkin kayıtların haksız şart niteliğinde olduğu gerekçesiyle ödenen primlerin davalıdan tahsiline karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Davalı bankanın tacir olup, yaptığı masrafları tüketiciden isteme hakkı bulunduğu anlaşılmakta ise de, somut uyuşmazlığın tüketici hukukundan kaynaklandığı da gözetildiğinde, bankanın ancak davaya konu kredinin verilmesi için zorunlu, makul ve belgeli masrafları tüketiciden isteyebileceğinin kabulü gerekir. Buna göre; mahkemece, davalı bankadan bu yönde delilleri sorulduktan sonra, bilirkişiden yukarıda belirtilen açıklamalar ışığında ve kredinin kullanılması için zorunlu ve belgeli masrafların neler olduğunun tespiti noktasında rapor veya ek rapor alınarak hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken bu yönler gözetilmeksizin eksik inceleme ile yazılı şekilde davanın tümden kabulüne karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir...)
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

TEMYİZ EDEN: Davalı vekili
HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, tüketici konut kredi sözleşmesi gereğince tek yanlı olarak davalı bankaca tahsil edilen masraf ve giderlerin iadesi istemine ilişkindir.
Mahkemece; taraflar arasındaki sözleşmenin davalı banka tarafından yapılan tahsilatlara ilişkin hükümlerinin haksız şart niteliğinde bulunduğu gerekçesiyle davanın kabulü ile 6.748,00 TL'nin dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalı bankadan alınarak davacıya ödenmesine karar verilmiştir.
Hüküm davalı banka vekilinin temyizi üzerine, Özel Dairece sair temyiz itirazlarının reddine karar verilerek yukarıda yazılı nedenlerle bozulmuştur.Yerel Mahkemece, taraflar arasındaki sözleşme hükümlerinin haksız şart niteliğinde olması nedeniyle geçersiz olduğu gerekçesi genişletilmek suretiyle önceki kararda direnilmiştir.
Direnme kararını, davalı banka vekili temyiz etmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; taraflar arasında düzenlenen konut kredisi sözleşmesikapsamında davacı-tüketici tarafından ödenen hayat sigortası prim bedelinin tahsilini öngören sözleşme hükmünün haksız şart niteliğinde olup olmadığı; ayrıca kullanılan konut kredisinin verilmesi için zorunlu, makul ve belgeli masrafların tespiti yönünde mahkemece yapılan araştırma ve incelemenin yeterli olup olmadığı noktalarında toplanmaktadır.
Somut uyuşmazlığı ilgilendirmesi nedeniyle öncelikle “haksız şart” ve “genel işlem koşulları” hakkında genel bir açıklama yapılmasında yarar bulunmaktadır.
Genel işlem şartları, sözleşme taraflarından birinin, ileride kuracağı sözleşmelerde karşı âkidine değiştirmeden kabul edilmek üzere sunma niyetiyle, önceden, tek yanlı olarak saptadığı sözleşme koşullarıdır. Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere, genel işlem şartlarının varlığını kabul edebilmek için bazı unsurların gerçekleşmiş olması aranır. Genel işlem şartları kural olarak bir sözleşmenin içeriğini düzenlemek üzere hazırlanırlar ve bu faaliyet tek taraflı olarak sözleşmenin kurulmasından önce gerçekleşir. Amaç, birden fazla sözleşme ilişkisinde kullanılacak şartları saptamak ve bunları karşı âkidin müdahalesine imkan tanımadan bir kül olarak sözleşmeye dahil etmektir. Bu şartların nasıl hazırlandığı, kağıda dökülüp dökülmediği, yazı türü, metnin sözleşme metnine dahil olup olmadığı gibi hususlar genel işlem şartı nitelendirmesi açısından önem taşımaz. Genel işlem şartlarının varlığını kabul edebilmek için karşı âkidin bunların içeriğine etki edememiş olması gerekir.
Bu nedenle genel işlem şartlarının unsurları a) Bir sözleşmenin şartlarını oluşturmaları, b) Sözleşmenin kurulmasından önce düzenlenmeleri, c) Birden fazla sözleşme ilişkisinde kullanılmak üzere düzenlenmeleri, d) Genel işlem şartları kullanan tarafından sözleşmeye dahil edilmek niyetiyle karşı akide sunulmalarıdır (Yeşim M. Atamer, Sözleşme Özgürlüğünün Sınırlandırılması Sorunu Çerçevesinde Genel İşlem Şartlarının Denetlenmesi, 2. Bası, İstanbul 2001, s. 61 vd.).
07.11.2013 tarihli ve 6502 sayılı Kanun'un 86 ncı maddesiyle yürürlükten kaldırılan ancak somut olayda; sözleşmenin yapıldığı tarihte ve dava tarihinde yürürlükte bulunan mülga 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun (TKHK)’nun “Sözleşmedeki haksız şartlar” başlıklı 6. maddesi;
“Satıcı veya sağlayıcının tüketiciyle müzakere etmeden, tek taraflı olarak sözleşmeye koyduğu, tarafların sözleşmeden doğan hak ve yükümlülüklerinde iyi niyet kuralına aykırı düşecek biçimde tüketici aleyhine dengesizliğe neden olan sözleşme koşulları haksız şarttır.
Taraflardan birini tüketicinin oluşturduğu her türlü sözleşmede yer alan haksız şartlar tüketici için bağlayıcı değildir.
Eğer bir sözleşme şartı önceden hazırlanmışsa ve özellikle standart sözleşmede yer alması nedeniyle tüketici içeriğine etki edememişse, o sözleşme şartının tüketiciyle müzakere edilmediği kabul edilir.
Sözleşmenin bütün olarak değerlendirilmesinden, standart sözleşme olduğu sonucuna varılırsa, bu sözleşmedeki bir şartın belirli unsurlarının veya münferit bir hükmünün müzakere edilmiş olması, sözleşmenin kalan kısmına bu maddenin uygulanmasını engellemez.
Bir satıcı veya sağlayıcı, bir standart şartın münferiden tartışıldığını ileri sürüyorsa, bunu ispat yükü ona aittir.
6/A, 6/B, 6/C, 7, 9, 9/A, 10, 10/A ve 11/A maddelerinde yazılı olarak düzenlenmesi öngörülen tüketici sözleşmeleri en az oniki punto ve koyu siyah harflerle düzenlenir ve sözleşmede bulunması gereken şartlardan bir veya birkaçının bulunmaması durumunda eksiklik sözleşmenin geçerliliğini etkilemez. Bu eksiklik satıcı veya sağlayıcı tarafından derhal giderilir.
Bakanlık standart sözleşmelerde yer alan haksız şartların tespit edilmesine ve bunların sözleşme metninden çıkartılmasının sağlanmasına ilişkin usul ve esasları belirler.” düzenlemesini içermektedir.
Bu açık hüküm karşısında, standart sözleşmelerde yer alan genel işlem şartlarından haksız olanlarının tüketici için bağlayıcı olmadığı kuşkusuzdur.
Şu halde hükmün uygulanması alanı, diğer bir ifadeyle haksız şartın tüketiciyi bağlamamasının koşulları, standart bir sözleşmede genel işlem şartının bulunması ve bunun tüketici aleyhine haksız şart içermesidir.
Genel işlem şartlarının unsurları ise, ekonomik açıdan daha güçlü olan tarafça önceden tek yanlı olarak hazırlanıp belirlenerek tüketiciyle müzakere edilmemesi, genel ve soyut nitelikte olması ve çok sayıda sözleşme için önceden hazırlanmasıdır.
Bu noktada, genel işlem şartlarının açık ve anlaşılır olmaması durumunda, ilke olarak tüketici aleyhine haksız şart olarak kabul edilmesi gerektiği açıktır. Tüketici aleyhine haksız şart içeren böyle bir genel işlem şartının da, tüketiciyi bağlamayacağı her türlü duraksamadan uzaktır (Hukuk Genel Kurulunun 22.09.2010 gün ve E:2010/13-466, K:410; 28.03.2012 gün ve E:2012/13-23, K:2012/255 sayılı ilamları).
Bu kapsamda tüketici, imzaladığı bir sözleşmede yer alan haksız şartların iptalini dava edebileceği gibi, elbette, sözleşmenin haksız şartına dayanarak kendisinden talepte bulunan satıcı veya sağlayıcıya karşı şartın haksızlığını ve geçersizliğini def'i yoluyla her zaman ileri sürebilir. Tüketici haksız şart nedeniyle uğradığı zararları talep edebileceği gibi, bu haksız şartlar gereği ödemek zorunda kaldığı bedeli de, şartın haksızlığının ve geçersizliğinin mahkemece saptanması sonucu olarak geri alabilir (İlhan, Cengiz:Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun Şerhi, Türkiye Barolar Birliği Yayınları, Ankara 2006, Sahife:112; HGK’nun 28.03.2012 gün ve E:2012/13-23, K:2012/255).
Somut olayın incelemesinde; davanın tarafları arasında imzalanan konut kredisi sözleşmesinin 6.maddesinin tüketici aleyhine haksız şart niteliğinde olduğu konusunda mahkeme ile Özel Daire arasında uyuşmazlık bulunmadığı anlaşılmaktadır.
Bu nedenle, sözleşmenin haksız şart niteliğinde olduğu kabul edilen 6. maddesi kapsamında, davalı banka tarafından tahsil edilen dosya masrafı ile kredinin yapılandırılması esnasında alınan komisyon bedellerinin davacı-tüketiciye iade edilmesinde isabetsizlik bulunmamaktadır.
Ne var ki, davalı bankanın kredi borçlusuna hayat sigortası yapılmasındaki asıl amacının kredi borcunun teminat altına alınması olduğu, ancak belli bir prim ödeme borcu getirmekle birlikte, hayat sigortası kapsamına alınmasında sigortalanan davacının da bir menfaatinin olduğu belirgindir.
Zira, sözleşmenin bir hükmü, tüketicinin bir menfaatini ihlâl etmekle birlikte, ona önemli avantajlar da sağlıyorsa, bu kaydın tüketicinin zararına olduğunu söylemek olanaklı değildir.
Buna göre, hayat sigortası priminin tahsilini öngören sözleşme hükmünün haksız şart olarak kabulü için gerekli bulunan açık oransızlık ve haksızlık unsurunun somut olayda gerçekleşmediği anlaşılmaktadır.
Şu halde, sözleşme kapsamında davalıdan tahsil edilen hayat sigortası primlerine ilişkin kayıtların haksız şart niteliğinde olduğu gerekçesiyle ödenen primlerin davalıdan tahsiline karar verilmesi doğru değildir.
Öte yandan, davalı banka tacir olup, yaptığı masrafları tüketiciden isteme hakkı bulunmaktadır. Somut uyuşmazlığın tüketici hukukundan kaynaklandığı da gözetildiğinde, banka ancak davaya konu kredinin verilmesi için zorunlu, makul ve belgeli masrafları tüketiciden isteyebilir.
Buna göre; mahkemece, davalı bankadan bu yönde delilleri sorulduktan sonra, bilirkişiden yukarıda ve Özel Daire bozma ilamında belirtilen açıklamalar ışığında, kredinin kullanılması için zorunlu ve belgeli masrafların neler olduğunun tespiti noktasında rapor veya ek rapor alınarak hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken, bu yönler gözetilmeksizin eksik inceleme ile yazılı şekilde davanın tümden kabulüne karar verilmesi hatalıdır.
Hal böyle olunca; Özel Daire bozma ilamında ve yukarıda belirtilen gerekçelerle, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma ilamına uyulması gerekirken, yanılgılı gerekçe ile önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Bu nedenle, direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ: Davalı banka vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanun'un 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA,istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine 04.03.2015 gününde oybirliği ile karar verildi.

SİGORTA PRİMİNE ESAS FARK KAZANÇ TUTARININ TESPİTİ, PRİME ESAS KAZANCA TABİ TUTULAN KALEMLERİN ARAŞTIRILMASI

İlgili Karar aşağıda yer almaktadır...

Yargıtay 10. Hukuk Dairesi 2014/23145 E. , 2015/2883 K. 

SİGORTA PRİMİNE ESAS FARK KAZANÇ TUTARININ TESPİTİ 
PRİME ESAS KAZANCA TABİ TUTULAN KALEMLERİN ARAŞTIRILMASI 
SOSYAL SİGORTALAR KANUNU(MÜLGA) (506) Madde 77 
SOSYAL SİGORTALAR VE GENEL SAĞLIK SİGORTASI KANUNU (5510) Madde 80 
SOSYAL SİGORTALAR KURUMU KANUNU (4958) Madde 36 
DEVLET VE ONA BAĞLI MÜESSESELERDE ÇALIŞAN İŞÇİLERE İLAVE TEDİYE YAPILMASI VE 6452 SAYILI KANUNLA 6212 SAYILI KANUNUN 2 NCİ MADDESİNİN KALDIRILMASI HAKKINDA KANUN (6772) Madde 1 
İŞ KANUNU (4857) Madde 1 
İŞ KANUNU (4857) Madde 4 

"İçtihat Metni"

Dava, prime esas fark kazanç tutarlarının tespiti istemine ilişkindir.
Mahkemece, davanın kabulüne dair yazılı şekilde hüküm tesis edilmiştir.

Hükmün, S.. B.. ve K.. Belediyesi vekilleri tarafından temyiz edilmesi üzerine, temyiz isteklerinin süresinde olduğu anlaşıldıktan ve Tetkik Hâkimi Y.. K.. tarafından düzenlenen raporla dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra, işin gereği düşünüldü ve aşağıdaki karar tespit edildi.

Davanın yasal dayanakları, sigortalı ve işverenin Sosyal Güvenlik Kurumuna ödeyecekleri primlerin matrahını teşkil edensigortalı kazançlarının nelerden ibaret olduğu ve istisnalarını gösteren (mülga) 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu'nun 77/I. maddesi İle 5510 sayılı Kanunun 80. maddesidir.

A-)Mülga 506 sayılı Yasa dönemi açısından;
Mülga 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu'nun 4958 sayılı Kanunun 36. maddesi ile değişik 77. maddesi olup, anılan maddede; “Sigortalılarla işverenlerin bir ay için ödeyecekleri primlerin hesabında:

a)Sigortalıların o ay için hakettikleri ücretlerin,
b)Prim, ikramiye ve bu nitelikteki her çeşit istihkaktan sigortalılara o ay içinde ödenenlerin,
c)İdare veya kaza mercilerince verilen karar gereğince (a) ve (b) fıkralarında yazılı kazançlar niteliğinde olmak üzeresigortalılara o ay içinde yapılan ödemelerin, brüt toplamı esas alınır.

Şu kadar ki, ölüm, doğum ve evlenme yardımları, yolluklar, kıdem, ihbar ve kasa tazminatları, aynî yardımlar ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığınca miktarları yıllar itibariyle belirlenecek yemek, çocuk ve aile zamları, sigorta primlerinin hesabına esas tutulacak kazançların aylık tutarının tespitinde nazara alınmaz. Bunların dışında her ne ad altında ödeme yapılırsa yapılsın tüm ödemeler prime tabi tutulur…” denilmektedir. “Bunların dışında her ne ad altında ödeme yapılırsa yapılsın tüm ödemeler prime tabi tutulur” bölümü, 4958 sayılı Kanun ile anılan maddenin ikinci fıkrasına son cümle olarak eklenmiştir.

Görüldüğü gibi, anılan madde hükmünde hangi kazançların prim hesabına esas alınamayacağı sayma yöntemiyle belirlenmiş olup, Türk pozitif hukukunda egemen olan kurala göre, ayrık hükümler genişletici değil, daraltıcı yoruma tabidirler ve anılan kural, 23.05.1960 tarihli 11/10 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında da vurgulanmıştır.

Bu kararda sigortalılara ödenen yemek paralarının ayni yardım niteliğinde bulunduğu sonucuna varılmış ve prime esas kazancın belirlenmesinde dikkate alınamayacağı görüşü benimsenmiştir. Bunun dışında Yargıtay uygulamasında bazı kararlarda, teknik personele ödenen şantiye ve arazi zammını, hasta sigortalıya ödenen geçici iş göremezlik ödeneği, toplu iş sözleşmesigereğince sigortalıya ödenen araç ücreti, çiğden verilen erzak, elbise dikiş ücreti, yakacak ve yakıt parası ve toplu işsözleşmesi gereğince sigortalıya ödenen yemek parası aynî yardım niteliğinde görülmüştür. Somut bir biçimde belli bir ihtiyaca yönelik, ayni yardım niteliğinde olan giyim yardımı sigorta primlerinin hesabına esas tutulacak kazançlardan değildir

İkramiye adı atındaki ödemeler yönünden ise; 11.07.1956 tarihli resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 6772 sayılı Kanunun 1. maddesi ile “… belediyeler ve bunlara bağlı teşekküler, 3460 ve 3659 sayılı kanunların şümulüne giren İktisadi Devlet Teşekkülleri ve diğer bilcümle kurum, banka, ortaklık ve müesseselerinde müstahdem olanlardan İş Kanunu'nun şümulüne giren veya girmeyen yerlerde çalışmakta olan ve İş Kanunu'nun muaddel birinci maddesindeki tarife göre işçi vasfında olan kimselere, ücret sistemleri ne olursa olsun, her yıl için birer aylık istihkakları tutarında ilave tediye yapılır.” hükmü getirilmiş, anılan Kanunun 4. maddesinin 2. fıkrasında ise “… Bu tediyelerden çeşitli işçi sigortalarının icabettirdiği primler kesilmez ve bu paralar borç için haczedilemez.” düzenlemesine yer verilmiştir.

Yasa gereğince, maddenin 2. fıkrasındaki istisnalara girmemesi koşuluyla hizmet akdi karşılığı elde edilen her türlü gelirdensigorta primi kesilmesi söz konusu olmaktadır.

506 sayılı Kanunda ücretin tanımı yapılmamıştır. Fakat m.77/I-a’da sözü edilen “ücretler” kavramı içine asıl ücretle birlikte, fazla çalışma ücreti, hafta tatili ücreti, ulusal bayram ve genel tatil ücretleri gibi ücretlerinde girdiği kabul olunmaktadır. Bu ücretlerinsigortalıya fiilen ödenmesi şart olmayıp, onun adına o ay için tahakkuk ettirilmiş olması prime esas kazanca dahil edilmesi için yeterlidir.

Asıl ücretin eki niteliğinde bulunan prim ve ikramiyeler, prime esas kazançlar olarak brüt tutarları üzerinden ödendikleri aylar itibariyle prime esas tutulur. Bunların tahakkuk etmiş olması prime esas tutulmaları için yeterli olmamakta, ödenmiş olması da aranmaktadır (m.77/I-b).

İdare veya kaza mercileri tarafından verilen karar uyarınca sigortalılara yapılan ödemeler (a) ve (b) bentlerinde öngörülen ücret türlerinden ayrımsızdır. Fark, bunların yönetim ve yargı mercilerince verilmiş kararlardan kaynaklanmalarıdır. İşveren ilesigortalı işçi arasında “fazla çalışma ücreti” veya “prim, ikramiye” gibi konularda uyuşmazlık çıkar ve mahkemece, bu işçilik haklarının ödenmesine karar verilir ve sigorta primlerinin ödeneceği ay içinde bu paralar sigortalıya verilirse, bu ödemelerde prim matrahına dahil edilerek, prim hesabında göz önünde tutulur. Bu tür kazançlara salt hak kazanmak, bu kazançların prime esas alınması için yeterli bulunmamaktadır (Mustafa Çemberci, Sosyal Sigortalar Kanunu Şerhi, Olgaç Matbaası, 1985 Baskı, s.439).

B-) 5510 sayılı yasa dönemi açısından;
5510 sayılı Kanunun 80/1. maddesinde de;
“4 üncü maddenin birinci fıkrasının (a) bendi kapsamındaki sigortalıların prime esas kazançları aşağıdaki şekilde belirlenir.
a) Prime esas kazançların hesabında;
1) Hak edilen ücretlerin,
2) Prim, ikramiye ve bu nitelikteki her çeşit istihkaktan o ay içinde yapılan ödemelerin ve işverenler tarafından sigortalılar için özel sağlık sigortalarına ve bireysel emeklilik sistemine ödenen tutarların,
3) İdare veya yargı mercilerince verilen karar gereğince yukarıdaki (1) ve (2) numaralı alt bentlerde belirtilen kazançlar niteliğinde olmak üzere sigortalılara o ay içinde yapılan ödemelerin, brüt toplamı esas alınır.
b) Ayni yardımlar ve ölüm, doğum ve evlenme yardımları, görev yollukları, seyyar görev tazminatı, kıdem tazminatı, iş sonu tazminatı veya kıdem tazminatı mahiyetindeki toplu ödeme, keşif ücreti, ihbar ve kasa tazminatları ile Kurumca tutarları yıllar itibarıyla belirlenecek yemek, çocuk ve aile zamları, işverenler tarafından sigortalılar için özel sağlık sigortalarına ve bireysel emeklilik sistemine ödenen ve aylık toplamı asgari ücretin % 30’unu geçmeyen özel sağlık sigortası primi ve bireysel emeklilik katkı payları tutarları, prime esas kazanca tabi tutulmaz.
c) (b) bendinde belirtilen istisnalar dışında her ne adla yapılırsa yapılsın tüm ödemeler ile ayni yardım yerine geçmek üzere yapılan nakdi ödemeler prime esas kazanca tabi tutulur. Diğer kanunlardaki prime tabi tutulmaması gerektiğine dair muafiyet ve istisnalar bu Kanunun uygulanmasında dikkate alınmaz
d) Ücretler hak edildikleri aya mal edilmek suretiyle prime tabi tutulur. Diğer ödemeler ise öncelikle ödendiği ayın kazancına dahil edilir ve ücret dışındaki bu ödemelerin yapıldığı ayda üst sınırın aşılması nedeniyle prime tabi tutulamayan kısmı, ödemenin yapıldığı ayı takip eden aydan başlanarak iki ayı geçmemek üzere üst sınırın altında kalan sonraki ayların prime esas kazançlarına ilâve edilir. Toplu iş sözleşmelerine tabi işyerleri işverenlerince veya kamu idareleri veya yargı mercilerince verilen kararlara istinaden, sonradan ödenen ücret dışındaki ödemelerin hizmet akdinin mevcut olmadığı veya askıda olduğu bir tarihte ödenmesi durumunda, 82'nci madde hükmü de nazara alınmak suretiyle prime esas kazancın tabi olduğu en son ayın kazancına dahil edilir. Bu durumlarda sigorta primlerinin, yukarıda belirtilen mercilerin kararlarının kesinleşme tarihini izleyen ayın sonuna kadar ödenmesi halinde, gecikme cezası ve gecikme zammı alınmaz ve 102'nci madde hükümleri uygulanmaz.

Davacı, mahkeme ilamı ile hüküm altına alınan fazla mesai, ulusal bayram ve genel tatil ile hafta tatili hizmetlerinin ve bunlara karşılık gelen kazançların, malüllük, yaşlılık ve ölüm sigortaları prime esas kazançların hesabında dikkate alınmasını istemiş, mahkeme tarafından, aynı mahkemenin 2011/2112 E 2012/361 sayılı kararı ile hüküm altına alınan davaya konu işçilik alacakları kalemlerinin, prime esas fark kazançların hesabında dikkate alınması gerektiğinin tespitine dair hüküm kurulmuştur.

Yukarıdaki yasal düzenleme ve açıklamalar ışığında dava değerlendirildiğinde, işçilik alacağı dosyasında karara bağlanan ve prime esas kazanca tabi tutulan kalemlerden hangilerinin prime esas kazanca tabi tutulup, hangilerinin tutulmayacağına ilişkin bir araştırma yapılmadığı gibi, davacının, 01.04.2011 tarihinden itibaren Milli Eğitim Müdürlüğü’ne bağlı olarak çalıştığı, davalı Belediye ile hizmet akdinin ödeme yapılan tarihte mevcut olmadığı gözetilerek, davacının, davalı Belediye nezdindeki prime esas kazancın tabi olduğu en son ayın kazancına dahil edilmesi hususları gözetilmeksizin yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir.

Mahkemenin, yukarıda açıklanan esaslar doğrultusunda araştırma yaparak elde edilecek sonuca göre karar vermesi gerekirken, eksik inceleme sonucu yazılı şekilde hüküm kurması, usûl ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir
O hâlde davalı Kurum ve Belediye vekillerinin bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve karar bozulmalıdır.

SONUÇ : Temyiz edilen hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, temyiz harcının istem hâlinde davalı K.. B..na iadesine, 23.02.2015 gününde oybirliğiyle karar verildi.

Borç İlişkisinin Sona Ermesi, Hak ve Borcun Ferileri

Borç İlişkisinin Sona Ermesi


A. Asıl borca bağlı hak ve borçların sona ermesi 

TBK MADDE 131- Asıl borç ifa ya da diğer bir sebeple sona erdiği takdirde, rehin, kefalet, faiz ve ceza koşulu gibi buna bağlı hak ve borçlar da sona ermiş olur.
İşlemiş faizin ve ceza koşulunun ifasını isteme hakkı sözleşmeyle veya ifa anına kadar yapılacak bir bildirimle saklı tutulmuş ise ya da durum ve koşullardan saklı tutulduğu anlaşılmaktaysa, bu faizler ve ceza koşulu istenebilir.
Taşınmaz rehnine, kıymetli evraka ve konkordatoya ilişkin özel hükümler saklıdır.

Bir borç ilişkisi nedeniyle alacaklı lehine değişik haklar doğar. Alacaklı hakları, faiz, cezai hak, yenilik doğuran hak ve defi hakları olabilir.
1)      ASLİ HAK: bir borç ilişkisi nedeniyle alacaklı lehine doğan ilk akla gelecek olan asli haktır. Ulaşılmak istenen asıl amacı temsil eder. Borç ilişkisinin konusunu oluşturan her alacak alacaklı lehine bir hak teşkil eder. (alacak hakkı) sözleşmeden doğan borçlarda aslı hakkı bu sözleşmeden esaslı unsuru ortaya çıkarır. Mal ve bedel satım sözleşmeleri esaslı unsurdur. Bir borç ilişkisi doğduğu anda alacak hakkı doğmasına rağmen talep hakkı hemen doğmayabilir. Kira, taksitle yapılan satım sözleşmesi. Doğum ve sona erme açısından fark vardır. Borç ilişkileri sona erdiği halde alacak haklarının talep edilmesi engel değildir.
2)      FERİ HAK: alacaklı lehine bir borç ilişkisinde feri haklarda doğabilir. Bu haklar asıl amaca tamamlayan asli hak mevcutsa geçerlidir. Tek başlarına asli haktan bağımsız olarak doğmaz. Faiz, cezai nitelikli haklar feri nitelikli haklardandır.
3)      TALİ HAK: taraflar için 2. derece haklar doğabilir. Bunlar borç ilişkilerinin esas niteliğini oluşturmaz. Bu borç ilişkileri türüne göre ikiye ayrılır:
i)                   yenilik doğurucu haklar : hak sahibi iradesini açıkladığı zaman bir hukuksal ilişkinin kurulmasını, değişmesini veya sona ermesini sağlayan kayıt ve şarta bağlı olmayan kullanıldıktan sonra kendilerine dönülemeyen haklardır. Hukuksal ilişki kurulduğunda değerleri bozulmaktadır. 3 tür yenilik doğurucu hak vardır. Her üç türde de hak sahibinin bir irade açıklaması ve bunun içinde hukuksal ehliyete sahip olması gerekmektedir.
a)      kurucu è tek taraflı açıklaması mümkün ve yeterli olan. Ön alım, vefa hakkı.
b)   Bozucu è hak sahibi bu hakkını kullandığında taraflar arası borç ilişkileri ortadan kalkar.
Yenilik doğurucu hakların iki niteliği vardır. Kayıtsız ve koşulsuz kullanılır ve geri dönülemez, bir kez kullanıldıktan sonra bir başkası kullanamaz.

YARGITAY Hukuk Genel Kurulu
Esas:  2002/19-82
Karar: 2002/173
Karar Tarihi: 13.03.2002

ÖZET: Taraflar arasında bağıtlanan sözleşmelerde mal bedelinin geç ödenmesi halinde gecikme faizi ödeneceği kararlaştırılmıştır. Bu durumda tarafların statüleri de gözetilerek BK. Nun 113/2 .maddesi hükmünce halin icabından gecikme faizi talep hakkının saklı tutulduğunun kabulü ile aynı maddenin ilk fıkrası hükmünün uygulanamayacağı gözetilmeden yazılı gerekçeyle davanın reddinde isabet görülmemiştir.

(818 S. K. m. 113)

Taraflar arasındaki "alacak" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İstanbul Asliye 1. Ticaret Mahkemesince davanın reddine dair verilen 29.09.1999 gün ve 1998/2024-1999/906 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 19. Hukuk Dairesinin 06.04.2000 gün ve 430-2551 sayılı ilamı ile ,(...Taraflar arasında bağıtlanan sözleşmelerde mal bedelinin geç ödenmesi halinde gecikme faizi ödeneceği kararlaştırılmıştır.

Bu durumda tarafların statüleri de gözetilerek BK.nun 113/2 .maddesi hükmünce halin icabından gecikme faizi talep hakkının saklı tutulduğunun kabulü ile aynı maddenin ilk fıkrası hükmünün uygulanamayacağı gözetilmeden yazılı gerekçeyle davanın reddinde isabet görülmemiştir....) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

TEMYİZ EDEN: Davacı vekili

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Davacı vekili ; davalı ile müvekkili arasında 04.04.1990 tarihinden başlamak üzere 08.09.1997 tarihine kadar her yıl yenilenen birer yıllık sözleşmeler akdedildiğini, bu sözleşmeler gereğince davalıya ait filonun motorin, fuel-oil cinsleri ve madeni yağ ihtiyaçlarını bağlama limanı olan İstanbul ve diğer Türk limanlarında müvekkili tarafından karşılandığını, bu sözleşmelerin fiyat ve ödeme başlıklı 10. maddesinde açıkça yapılan teslimat üzerine kesilecek faturanın ibrazından sonra davalının kaç günlük süre zarfında ödemeyi gerçekleştireceğinin ve gecikme halinde uygulanacak faizin oranının -%7,5(12)- olarak belirlendiğini, tarafların bu sözleşmeleri kendi iradeleri ile kabul etmiş olmalarına göre ihtirazi kayıt düşmeseler de faiz talep edebileceklerini, BK.113/2 maddesinin uygulanması gerektiğini, faiz taleplerini içeren 22.08.1996 tarih ve 880/18451 sayılı yazıları ile 31.07.1996 tarihine kadar olan faiz borçlarını bir hafta içinde ödemelerinin davalıdan istendiğini, 05.12.1997 tarihinde faiz konusunda taraflar arasında toplantı yapıldığını, sonuca bağlanamadığını, baştan beri faiz isteklerine ilişkin iradeyi ortaya koyduklarını, faiz alacakları asıl alacağa dönüştüğünden buna da faiz isteyebileceklerini, ancak yapılan ihtarlara rağmen davalı tarafça kabul edilen kısma ilişkin olarak da herhangi bir ödemede bulunulmadığını, müvekkili P... Ofisi A.Ş. nin halen sermayesinin tamamına yakın kısmı kamuya ait bulunan ve başta Silahlı Kuvvetler ve Nato olmak üzere tüm resmi kurum ve kuruluşlarla birlikte piyasanın akaryakıt ve madeni yağ ihtiyaçlarını karşılamak üzere faaliyet gösteren milli bir kuruluş olduğunu, bu son derece hayati ve stratejik önemi haiz fonksiyonunu ifa ederken çok uluslu ve yabancı sermayeli dev petrol şirketlerinin yoğun rekabeti ile karşı karşıya bulunduğunu, bu ortamda davaya konu alacak tutarının ödenmemesi nedeniyle önemli ölçüde finans kaybına uğradığını ve mağdur olduğunu, bedelini peşin olarak ödemek suretiyle temin ettiği ürünü davalıya belli bir vade tanıyarak sattığını ancak teslim ettiği malın bedelini zamanında alamaması nedeniyle zarar ettiğini, sonuçta taraflar arasında akdolunan sözleşmeler gereği davalıya teslim edilen akaryakıt ve madeni yağ bedellerinin geç ödenmesinden kaynaklanan ve 31.12.1997 tarihi itibariyle 369.057.874.284 TL olan faiz alacağının dava tarihinden itibaren hesaplanacak reeskont faizi ile birlikte davalıdan alınmasına karar verilmesini istemiştir.

Davalı vekili cevap dilekçesinde özetle; davacının davasına konu isteğinin zamanaşımına uğradığını, dayanak faturaları ibraz edilmeyen ve iç ilişkide düzenlenen hesap tablosunun delil olarak kabul edilemeyeceğini, faturaların tebliği ve ödeme tarihlerinin davacı yanca ispatlanması gerektiğini, sözleşme gereği tanınan opsiyonlara karşın temerrüt faizlerinin fatura tarihlerinden başlatılmasının da uygun olmadığını,bu sürelerin tenzili gerektiğini, BK 113 madde çerçevesinde davacının temerrüt faizi hakkının sakıt olduğunu, davacının talebinin reddi gerektiğini, davacının asıl borcun ödenmesi sırasında ihtirazi kayıt koymadan bedelleri alarak feri hakların da asıl alacakla birlikte sakıt olmasına yol açtığını, bunların istenemeyeceğini, faiz hakkını saklı tutmanın davacının yükümlülüğünde olup,bunun yapılmadığını, davacı kuruluşun aylık, yıllık vs. hesaplarında da temerrütle ilgili bir hesaplama ve girişimin yapılmadığını, kendilerinden istenmediğini, davacının temerrüt faizi ile ilgili ilk açıklamasını 24.07.1997 tarih ve 2056 sayılı yazı ile yaptığını, bu yazıyla temerrüt faizleriyle ilgili hakların saklı tutulduğu değil aksine o ana kadar işleyen hakların saklı tutulmadığının anlaşıldığını, müvekkilinin açıklanan nedenlerle davacıya temerrüt faizinden kaynaklanan bir borcunun bulunmadığını, zira bu hakkın sakıt olduğunu, doktrin ve uygulamada sınırlı olarak kabul edilen halin icabından da aksi bir durumun anlaşılamadığını, yapılan ödemelerle ilgili banka dekontlarının makbuz hükmünde olup, borcun ödendiğinin ve sakıt olduğunun karinesi olduğunu, faize faiz isteminin de yerinde olmadığını,davanın reddini savunmuştur.

Yerel Mahkeme "Taraflar arasındaki akaryakıt ve madeni yağ satışından doğan ve uzun yılar süren bir ticari ilişki mevcuttur. Asıl alacağın faize yönelik herhangi bir ihtirazi kayıt ileri sürülmeden tahsil edildiği konusunda taraflar arasında çekişme yoktur. Hesaplama tablosuna göre 01.01.1991- 22.10.1997 tarihine kadar teslim edilen akaryakıt karşılığında muhtelif faturalarla davalı şirket tarafından ödeme yapılmıştır. Dava, hesap tablolarında detaylı olarak gösterildiği şekilde fatura muhteviyatının zamanında ödenmemesi nedeniyle gecikme gün sayısı ve faiz oranları belirtilmek suretiyle gecikme faizinin tahsiline ilişkindir. Gecikme faizi bir feri alacaktır. BK.113 maddesi hükmü açıktır. Davacı şirket davalı şirketçe gecikilerek ödenen fatura bedellerini hiçbir ihtirazi kayıt ileri sürmeden almış, asıl alacak kayıtsız şartsız ödeme nedeniyle sakıt olduğundan saklı tutulmayan ferileri de sakıt olmuştur. Davacı şirketin artık gecikme faizlerini talebe hakkı yoktur. Her ne kadar istenen gecikme faizleri konusunda 05.12.1997 tarihli tutanakla görüşme yapılmışsa ve davalı firmaya borcu kabul anlamına gelmemek üzere davacı firma tarafından talep edilen temerrüt faizleri yönünden 1996-1997 yıllarına ait dökümlerin incelenmesi için yıl sonuna kadar süre verilmişse de bu tutanak gecikme faizlerinin ödenmesi hususunda bir mutabakat olmayıp, davalı şirketin faiz istemine ilişkin hesapları incelemesi için süre verilmesine ilişkindir. Bu itibarla davacının bu tutanağa dayanarak taraflar arasında faizlerin ödenmesine ilişkin mutabakata varıldığı ve 21.04.1998 tarih 486/1162 sayılı yazı ile davalıdan talep edilmekle ana para alacağına dönüştüğü yolundaki görüş ve beyanında isabet yoktur. Sonuçta taraflar arasında temerrüt faizlerinin ödenmesi konusunda herhangi bir anlaşma ya da mutabakat yoktur. Asıl alacak bedelleri ihtirazi kayıt konulmadan davacı şirket tarafından tahsil edilmekle sakıt olduğundan asıl alacağın feri olması nedeniyle dava konusu gecikme faizi de sakıt olmuştur. Bu itibarla yerinde olmayan davanın reddine karar vermek gerekmiştir." gerekçesiyle davanın reddine karar vermiştir.

Özel Daire; " Taraflar arasında bağıtlanan sözleşmelerde mal bedelinin geç ödenmesi halinde gecikme faizi ödeneceği kararlaştırılmıştır. Bu durumda tarafların statüleri de gözetilerek BK. Nun 113/2 .maddesi hükmünce halin icabından gecikme faizi talep hakkının saklı tutulduğunun kabulü ile aynı maddenin ilk fıkrası hükmünün uygulanamayacağı gözetilmeden yazılı gerekçeyle davanın reddinde isabet görülmemiştir." Gerekçesiyle hükmün oybirliği ile bozulmasına karar vermiştir.

Mahkemece önceki kararda direnilmiş, hükmü davacı vekili temyiz etmiştir.

Dava, satılan mal bedelinin zamanında ödenmemesinden kaynaklanan gecikme faizi alacağına ilişkindir.

Taraflar arasında akaryakıt ve madeni yağ satışından doğan ve uzun yıllar süren bir ticari ilişki mevcut olup, mal alışverişi ve asıl alacağın faize yönelik herhangi bir ihtirazi kayıt ileri sürülmeden tahsil edildiği konusunda, dosyada mevcut çok sayıdaki fatura kapsamlarında da faize yer verilmediğinde uyuşmazlık bulunmamaktadır.

Uyuşmazlık; davacının saklı tutulmayan faiz alacağının asıl borcun ödenmesi ile birlikte sakıt olup olmadığı, tarafların sıfatlarının ya da aralarındaki yazışmaların ayrı bir kabul şeklini gerektirip gerektirmediği,dolayısıyla davada BK.113/1 mi yoksa 113/2 maddesinin mi uygulanması gerektiği, noktasında toplanmaktadır.

Kural olarak; ana alacağın sona ermesi ile birlikte ek haklar da sona erer. Anlam açısından bakıldığında ek haklar, bir ana hakkın varlığına ihtiyaç gösteren ve ancak ona bağlı olarak doğabilen haklardır. Faiz de bu haklar arasındadır.

Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki; Borçlar Kanununun " borçların ferilerinin sükutu" ana başlıklı 113 maddesi aynen ; "Asıl borç tediye ile veya sair bir suretle sakıt olduğu takdirde kefalet ve rehin ve sair fer'i haklar dahi sakıt olur.

Evvelce işleyen faizleri talep hakkının mahfuz bulunduğu beyan edilmiş veya hal icabından neşet eylemiş olmadıkça bu faizler talep olunamaz.

Gayrimenkul rehine ve kıymetli evraka ve konkordatoya müteallik hususi hükümler mahfuzdur." hükmünü amirdir. Daha açık bir söyleyişle, eklentilerin sona ermesi başlığını taşıyan maddenin birinci fıkrasında ana borcun ödeme veya sair surette sakıt olması halinde kefalet,rehin vs. hakların da sakıt olacağı ilke olarak hükme bağlanmış, ikinci fıkrada ise bu ilkenin iki istisnasına yer verilmiştir.

Bunlar daha önce işlemiş olan faizleri isteme hakkının saklı tutulduğunun bildirilmiş olması ve/veya durumun özelliğinden bunun anlaşılmasıdır.

Daha açık ifadeyle Borçlar Kanununu 113/1 maddesinde yer alan karine mutlak ve sınırsız olmayıp, karinenin dayandığı esas ödemeyi kabul eden alacaklının eda sırasında feri ve tali hakları isteme yetkisini saklı tutmak iradesinin açıklanmasını gerektirir.

Somut olayda ; taraflar arasında yıllara dayanan ticari ilişki mevcut olup, aradaki sözleşmeler gereğince alacağın davacı yanca faturalandırılıp, davalı şirkete ulaştırılması takip eden 9 takvim günü içinde fatura bedelinin davalı şirket tarafından davacının İstanbul Bölge Müdürlüğü hesabına yatırılacağı ve yatırılacak banka şube ve hesap numaraları konusunda taraflar arasında mutabakat sağlanacağı hükme bağlanmıştır. Yıllar içinde yapılan ödemeler sözleşme hükümleri gereği belirlenen banka şube ve hesaplarına yapılmıştır. Paranın tahsilini yapan banka memur veya görevlisinin davacının adamı ya da çalışanı olmadığı ve böyle olsa bile onun adına irade açıklamasında bulunma yetkisine sahip olmadığı açıktır.

Süregelen ticari ilişki içinde ödemelerin de zaman içine yayıldığı dosyada mevcut hesap çizelgeleri ile bellidir. Son ödemenin yapıldığı tarihe kadar alacaklının faiz talep etme olanağı mevcut olup, davacı alacaklının faiz konusundaki iradesini ilk olarak 24.04.1996 tarih ve 2108 sayılı yazısı ile davalı yana bildirdiği anlaşılmaktadır. Davalı yan ise davacıya verdiği 14.10.1996 tarih ve 3941-68578 sayılı cevapta eski borçlar toplamının bir defada ödeneceği, gecikme faizi konusunda hem fikir olmakla birlikte kamu kuruluşu olmaları nedeniyle ödemelerin muntazaman yapıldığı ve tahsildarlarca istendiğinde ödendiği, yapılan ödemelerin nazara alınması gerektiği bildirilmiştir. Gerek asıl alacağın ödenmesi gerek bunun ferisi durumundaki faizin ödenmesi konusunda davacının devam eden 19.08.1996, 22.08.1996 vs günlü yazışmalarından sonra son olarak taraflar arasında 1997 dönemine ait anlaşma yapılmıştır. Bunun hazırlık aşamasında ve anlaşmanın yapılmasını takiben 24.07.1997 tarih ve 2056 sayılı yazı ile davacı birikmiş faiz talebini davalı yana iletmiş, davalı yan ise 27.10.1997 tarihli cevabında 1991-1996 yılı faiz ödemelerine ilişkin faturalar konusunda gerekli birimlere talimat verildiği , iyi ilişkilerin sürmesinin istendiğini belirtmiş, davacının bu tarihi takip eden gecikme faizi ödenmesi talepli diğer yazılarından (Örn.13.01.1998, 26.03.1998) sonra da davalı yan 13.05.1998 gün ve 364 sayılı yazıda da istenen alacak konusunda mutabakata varılmadığını davacı yana bildirmiştir. Dava bu açık iradenin bildirilmesinden sonra açılmıştır.

Açıklanan olguların varlığı karşısında artık davacının faiz isteğini saklı tuttuğunun kabulü halin icabına tamamen uygun düşmektedir. Bu yönüyle sadece davacı ya da davalı yanın statüleri değil, aralarındaki olayların gelişimi ve bu gelişim içinde karşılıklı ortaya konulan irade beyanları da somut olayda Borçlar Kanunun 113/1 maddesindeki karinenin değil bunun istisnasını teşkil eden 113/2 maddesinin uygulanmasını gerektirmektedir. Mahkemece , taraflar arasındaki sözleşme, kararlaştırılan ve yıllara yayılan ödeme biçimi, karşılıklı irade açıklamaları göz ardı edilerek faize ilişkin yazışmalara başka anlamlar verilmesiyle davacının talebinin reddi doğru bulunmamıştır.

Bu nedenle, Hukuk Genel Kurulu'nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken,önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırı olup, direnme kararı bozulmalıdır.

Sonuç:Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile,direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı H.U.M.K.nun 429. Maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine,13.3.2002 gününde oybirliği ile karar verildi.


Hukuk Genel Kurulu         2013/21-445 E.  ,  2013/1625 K.

    "İçtihat Metni"
    MAHKEMESİ : Yozgat İş Mahkemesi
    TARİHİ : 20/11/2012
    NUMARASI : 2012/699-2012/883

    Taraflar arasındaki “faiz alacağı“ davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Yozgat İş Mahkemesi’nce davanın kabulüne dair verilen 21.09.2010 gün ve 2010/345 E.-2010/348 sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 21.Hukuk Dairesi’nin 25.06.2012 gün ve 2010/12776 E.- 2012/12040 sayılı ilamıyla;
    “…1-Dosyadaki yazılara, toplanan delillere, hükmün dayandığı gerektirici nedenlere göre davalı Kurumun aşağıdaki bendin kapsamı dışındaki diğer temyiz itirazlarının reddine,
    2-Dava, ölüm aylığının geç bağlanması nedeniyle doğan işlemiş faiz alacağı istemine ilişkindir.
    Mahkemece, davanın kabulü ile 3.028,09 TL işlemiş faiz alacağının davalı Kurumdan tahsili ile davacıya ödenmesine karar verilmiştir.
    Alacaklının nakdinden bir süre için yoksun kalması nedeni ile nakdin kullanılması olanağını borçluya bırakması karşılığında elde ettiği miktarı kanun ya da hukuki işlem ile belirlenmiş para borçları açısından özel olarak düzenlenen, tahsil için zararın ve kusurun varlığı şart olmayan bir tür tazminat, bir medeni semere olarak tanımlan faiz kavramı kapsamındaki temerrüt faizi de; muhtemel zararların giderilmesi amacıyla doğrudan doğruya yasa koyucu tarafından öngörülmüş bir karşılık olup, talep edilebilmesi için gerçekten bir zarar görülmüş olması gerekli değildir. Bu konuda borçluya bir ispat hakkı tanınmadığı gibi; borçlunun temerrüde düşmekte kusurlu olması da şart değildir. Borçlunun para borcunu zamanında ödememesi ve temerrüde düşmesi üzerine kanun gereği kendiliğinden işlemeye başlayan ve temerrüdün devamı müddetince varlığını sürdüren bir karşılık olarak, alacaklının aksi iddia olunmayan farazi zararının asgari oranda giderilmesine yönelik, para borcunun fer'isi niteliğindeki (BK. Md.113/2 ve 131) faizin,  asıl alacakla birlikte sona ermemesi için saklı tutulması, ya  da halin icabından saklı tutulduğunun anlaşılması da yasal bir gerekliliktir. Mahkemece, davacının faiz hakkını saklı tutup tutmadığı araştırılmadığı gibi gerekçeli kararda halin icabından saklı tutulduğunun anlaşılması gerekip gerekmediği yönünde bir değerlendirme de yapılmaması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.
    Öte yandan, nispi karar ve ilam harcına tabi davalarda ıslah ile dava değerinin arttırılması halinde artan dava değeri üzerinden karar ve ilam harcının tamamlanması (ıslah harcı) gerekir. Somut olayda davacı, dava dilekçesinde 100,00 TL olarak açıkladığı faiz talebini 21.9.2010 tarihli ıslah beyanı ile 3.028,09 TL ye arttırmış ise de ıslah harcının yatırılmadığı anlaşılmaktadır. Mahkemece, tamamlama harcı yatırılmayan ıslah beyanına değer verilerek yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.
    Yapılacak iş, davacının faiz hakkını saklı tutup tutmadığını Kurum ve ödemenin yapıldığı banka kayıtlarından araştırmak, davacının faiz hakkını saklı tuttuğu belirlenir ise ıslah harcını tamamlamak üzere davacıya süre ve sonucuna göre karar vermekten ibarettir.
    O halde davalı Kurumun bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır. …”
    gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir. 

    TEMYİZ EDEN  : Davalı vekili 

    HUKUK GENEL KURULU KARARI
    Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: 
    Dava, davacıya ödenmesi gereken ölüm aylıklarının geç ödenmesi nedeniyle birikmiş faiz  alacağının tahsili istemine ilişkindir. 
    Davacı vekili, müvekkilinin babası olan H. B..'nın Bağ-Kur sigortalısı iken 2001 yılında vefat ettiğini, müvekkilinin, davalı kuruma ölüm aylığı bağlanması için annesi ile birlikte başvurduğunu ancak davalı kurumun bu talebi reddettiğini, bunun üzerine Yozgat 1. Asliye Hukuk Mahkemesi'ne davalı kurumdan aylık alabilmek için dava açtığını ve yapılan yargılama sonrasında davacının 01/03/2001 tarihinden itibaren  ölüm aylığı almaya hak kazandığının tespitine karar verildiğini, kararın Yargıtay 21. Hukuk Dairesi'nce onanarak kesinleştiğini, bu karar üzerine davalı kurumun davacıya ve diğer hak sahiplerine 01/03/2001 tarihinden itibaren ölüm aylığı bağladığını, fakat bu aylıkların yasal faizini ödemediğini,  oysaki davalı kurum tarafından müvekkiline maaşların yasal faizinin de ödenmesi gerektiğini, çünkü davalı kurumun kendi kusuru yüzünden müvekkilinin 01/03/2001 tarihinde yazılı olarak başvurmasına rağmen talebini reddederek maaşlarını geç almasına sebebiyet verdiğini ve müvekkilinin başvurusuna rağmen faiz alacağını ödemediğini, belirterek müvekkilinin alması gereken fakat davalı kurumca müvekkiline ödenmeyen ölüm aylıklarına işlemiş olan faiz alacağının tespiti ile fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla 100,00 TL faiz alacağının tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.
    Davalı  Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı vekili,  faiz alacağının feri nitelikte bir hak olduğunu,  BK 113/1 maddesi uyarınca asıl alacağın sona ermesinin  faizi de sona erdireceğini,  aynı maddenin 2. fıkrasında daha önce işlemiş faiz hakkının saklı olduğu bildirilmemiş ya da durumun özelliğinden anlaşılıyor olmadıkça bu faizlerin istenemeyeceğini 5510 sayılı Kanun'un 42 maddesi uyarınca 3 aylık sürenin dikkate alınması gerektiğini belirterek, davanın reddine, karar verilmesini istemiştir.
    Dosyaya sunulan Yozgat 1. Asliye Hukuk (İş) Mahkemesinin 20.04.2006 tarih ve 2006/120 E.-321 K. sayılı ilamında; davacının, Fatma Bölükbaşı, davalının Bağ-Kur Genel Müdürlüğü olduğu, davanın ise, davacının eşinin 10.08.2001 tarihinde ölümü nedeniyle, 01.09.2001 tarihi itibariyle ölüm aylığının bağlanması gerektiğinin tespiti istemine ilişkin olduğu, mahkemece istemin kabulü ile davacı hak sahibi eşinin ölüm tarihini takip eden aybaşı olan 01.09.2001 tarihinden itibaren ölüm aylığı bağlanması gerektiğinin tespitine, aksi yöndeki kurum işleminin iptaline karar verildiği; davalı kurum vekilinin temyizi üzerine 21.Hukuk Dairesinin 14.11.2005 tarih ve 2005/7697 E.-11463 K. sayılı ilamı ile onanmasına karar verildiği anlaşılmıştır.
    Yozgat Bağ-Kur İl Müdürlüğünün 26.11.2007 tarihli cevabi yazısında; “26.11.2007 tarih ve 61167  sayılı yazı ile “Hak sahibi olarak  F.. ve  H. B..’na 01.03.2001 tarihinden itibaren aylıklarının bağlandığı, 28.06.2007 tarihine kadar geçen süre için yasal faiz tutarının 9.933,49 YTL olduğunun tespit edildiği” bildirilmiştir.
    Davacı vekili, talebini ıslah ederek 3.028,09 TL faiz alacağının tahsiline karar verilmesini talep etmiş, ıslah talebine rağmen ıslah harcı yatırmamıştır.
    Mahkemece, davanın kabulü ile, 3.028,09 TL faiz alacağının davalı taraftan alınarak davacı tarafa  ödenmesine  karar verilmiştir.
    Mahkemenin faiz alacağının tahsiline ilişkin verdiği karar, yukarıda belirtilen nedenle bozulmuş, mahkemece, 30.01.2006 tarihli ihtarname ile faiz hakkının saklı utulduğu gerekçesiyle önceki kararda direnilmiştir. 
    Direnme kararını davalı vekili, temyize getirmektedir.
    Direnmeye konu uyuşmazlık, davacının, faiz alacağının saklı tutulup tutulmadığı konusunda mahkemece araştırma yapılmasına gerek olup olmadığı ve  ıslah harcı tamamlanmadan yargılamaya devam edilip edilemeyeceği  noktalarında toplanmaktadır.
    I-Öncelikle alınması gereken harcın niteliği ve eksik harç ödenmeksizin yargılama yapılarak hüküm kurulmasına olanak bulunup bulunmadığı konusunun açıklanmasında yarar vardır.
    Kamu hizmetlerinin kurulması ve yürütülmesi için gerekli olan mali kaynağın sağlanması amacıyla devletin egemenlik gücüne dayanarak koyduğu mali yükümlülüklerden kaynaklanan alacakları genel olarak kamu alacakları olarak nitelendirilmektedir.
    Devletin kamu alacağını oluşturan gelir kaynaklarından birini de, kamu hizmetlerinden yararlananların ödedikleri harçlar oluşturmaktadır. Harçların oluşturduğu yükümlülük, teoride, “masrafı karşılama” ve “faydalanma” ilkelerine dayandırılmaktadır. Masrafları karşılama ilkesine göre harç, hizmetin gerektirdiği maliyetle ölçülürken; faydalanma ilkesinde hizmetin maliyeti değil, yükümlü için taşıdığı değer esas alınmaktadır.
    Yapılan açıklamalar karşısında harç; bazı kamu hizmetlerinden yararlanan ve hatta kanun hükmü ile yararlanmak zorunda bırakılan özel ve tüzel kişilerin, özel menfaatlerine ilişkin olarak, kamu kuruluşlarının hizmetlerinden yararlanmaları karşılığında, belli bir ölçüde bu hizmetlerin maliyetine katılmaları amacıyla konulan ve zor unsuruna dayanan mali yükümlülüklerdir (Pınar, Burak: Yargı ve İcra Harçları, Ankara 2009, s.1-3).
    Diğer bir deyişle harç, muhtelif kanunların konusunda bulunan adli ve idari hizmetlerde ve bu hizmetin gerektirdiği kırtasiye ve formalite masraflarını karşılamak mülahazasıyla hakiki ve hükmi şahıslardan Hazinece alınan bir paradır. Yapılan işler ve görülen hizmet amme hizmetinden ziyade, kişilerin şahsına ve menfaatine ilişkindir (Y.İ.B.K. 23.12.1976 gün ve 1976/11-7 E.-6 K.; Diğer bir tanım için bakınız Y.İ.B.K. 7.12.1964 gün ve 1964/3 E.-5 K.).
    Harçlar konusunda genel düzenleme içeren, 492 sayılı Harçlar Kanunu'nun gerekçesinde harcın tanımı “fertlerin özel menfaatlerine ilişkin olarak, kamu kurumları ve hizmetlerinden yararlanmaları karşılığında yaptıkları ödemelerdir” biçiminde yapılmıştır. (Bu harç tanımını benimseyen Anayasa Mahkemesi kararları:31.03.1987 gün ve 1986/20 E.-1987/9 K.; 14.02.1991 gün ve 1990/18 E.-1991/14 K.; 28.09.1995 gün ve 1995/24 E.-52 K.; Benzeri tanımı içeren H.G.K.'nun 12.05.1982 gün ve 1982/5-341 E,-493 K. sayılı ilamı).
    Buna göre, bir hizmetin harç konusu olabilmesi için; kişilerin bir kamu kurumundan yararlanmaları, kişilere kamu eliyle özel bir yarar sağlanması ve kamu idaresinin kişilerin özel bir işiyle uğraşması gerekmektedir (Y.İ.B.K. 7.12.1964 gün ve 1964/3 E.-5 K.; Anayasa Mahkemesi'nin 31.03.1987 gün ve 1986/20 E.-1987/9 K. sayılı kararları).
    Bir kamu hizmetinden dolayı harç alınabilmesi, bu hizmetin kanunla belirlenmesine ve bu hususla ilgili harç alınmasına ilişkin düzenlemelerin de, kanunda yer almasına bağlıdır.
    Nitekim, 1982 Anayasası'nın 73/3.maddesinde; “Vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülükler kanunla konulur, değiştirilir veya kaldırılır” hükmünü içermektedir.
    Bu Anayasa kuralının, vergi, resim ve harç gibi parasal yükümlülüklerin veya bunlardan bağışıklığın, kapsam ve içeriğinin hiçbir kuşkuya yer vermeyecek biçimde ve açıkça gösterilmesi amacına yönelik bulunduğu bellidir.
    O halde, harca ilişkin bir yasa hükmünün yorumu ve uygulanmasında, bu ilke ve amaç gözden uzak tutulmamak gerekir. Aksi halde, kişi ve kurumların yasal dayanağı olmayan bir yükümlülük altına sokulmaları veya Devletin önemli bir gelir kaynağından yoksun bırakılması gibi, Yasa Koyucunun amacına aykırı ve sakıncalı sonuçların doğmasına yol açılmış olur (H.G.K.'nun 12.05.1982 gün ve 1982/5-341 E,-493 K. sayılı ilamı).
    Bu kanunilik ilkesine paralel olarak, Harçlar Kanunu'nun 1. maddesinde, bu Kanuna göre alınacak harçlar arasında, diğer harçlar yanında yargı harçları da, bulunmaktadır. Aynı Kanunun 2. maddesinde ise, yargı işlemlerinden bu Kanuna bağlı (1) sayılı tarifede yazılı olanları, yargı harçlarına tabi olduğu vurgulanmıştır.
    Bu arada yargı harcı, devletin mahkemeler aracılığıyla yaptığı hizmete, ondan yararlananların katkısıdır (Y.İ.B.K. 16.12.1983 gün ve 1983/5 E.-6 K.). Yargı harçlarının konusuna giren, yani yargı harcına tabi işlemleri, genel olarak mahkeme harçları, icra ve iflas harçları olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür.
    Yargı harçlarının konusunu oluşturan harçlardan ilki mahkemelerde ödenecek harçlar olup; bunlar başvurma harcı, celse harcı ile karar ve ilam harcıdır.
    Gereksiz davaların açılmasının ve diğer tarafın haksız yere ızrar edilmesinin önlenmesi için ihdas edilen karar ve ilam harcı, yargılama giderlerinin de, önemli bir kısmını oluşturmaktadır.
    Karar ve ilam harcı, maktu ve nispi olmak üzere iki çeşittir (492 Sayılı Kanun m.15, 21).
    Bu anlamda davanın maktu veya nispi harca tabi olup olmaması, kural olarak dava konusunun para ile değerlendirilebilir olup olmamasına göre değişmektedir.
    Nisbi harç, konusu belli bir değerle (para veya para ile değerlendirilebilen bir şey) ilgili davalarda, hüküm altına alınan değer üzerinden tarifedeki belli nisbete göre alınan harçtır (1 Sayılı Tarife, madde III/1-a).
    Maktu harç ise, konusu belli bir değerle tesbit edilemeyen davalarda ve davanın reddine ilişkin kararlardan alınan harçtır (1 Sayılı Tarife, madde III/2-a).
    Harçlar Kanunu'nun “Nispi harçlarda ödeme zamanı” başlığını taşıyan 28/1. maddesinde nispi harçlarda ödeme zamanı düzenlenmiş olup, aynı maddenin (a) bendinde ise, karar ve ilam harcının ödeme zamanı düzenlenmiştir. Anılan Kanunun “Karar ve İlam Harcı” başlığını taşıyan 28/1-a maddesinde aynen; “Karar ve ilam harçlarının dörtte biri peşin, geri kalanı kararın verilmesinden itibaren iki ay içinde ödenir” hükmünü taşımaktadır (Yargıtay H.G.K'nun 24.03.2010 gün ve 2010/12-158 esas, 2010/178 sayılı ilamı).
    492 sayılı Harçlar Kanunu'nun 32. maddesinin birinci cümlesi olan “Yargı işlemlerinden alınacak harçlar ödenmedikçe müteakip işlemler yapılmaz” hükmü yer almaktadır.  Bu hükmün, itiraz yoluyla Anayasaya aykırılığının, yerel mahkemelerce ileri sürülmesi üzerine, Anayasa Mahkemesi, 17.03.2010 günlü Resmi Gazete'de yayımlanan 2009/27 E., 2010/9 K. sayılı kararı ile, 492 Sayılı Kanunun 32.maddesinin birinci cümlesinin Anayasa'ya aykırı olmadığına ve itirazın(iptal isteminin) reddine karar vermiştir. Anayasa Mahkemesi, Kanunun 32.maddesinin birinci cümlesinin Anayasa'ya aykırı olmadığına ve itirazın(iptal isteminin) reddine ilişkin  kararının gerekçesinde ise:
    “...Yargılama sürecinde, yasayla harca tabi kılınmış bir hizmetten yararlanmak isteyen ilgili (davalı veya davacı), genel kurallar uyarınca harcını ödeyerek bu hizmetten yararlanabilir. Dava açan veya yargılama sırasında harca tabi bir işlemin yapılmasını isteyen tarafın, harç ödemeden devam eden işlemlerin yapılmasını isteyerek bireysel bir menfaat elde etmesi, harçların konuluş amaçlarına aykırılık oluşturur.
    Yargı işlemlerinden alınacak harçlar ödenmedikçe müteakip işlemlerin yapılmayacağını belirten kural, bireylerin özel menfaatleriyle ilgili olarak yargı hizmetinden yararlanmalarını, bu hizmetin karşılığı olan harcın ödenmesi koşuluna bağladığından, hak arama özgürlüğünü sınırlandıran bir nitelik taşımamaktadır.
    Açıklanan nedenlerle itiraz konusu kural, Anayasa'nın 36.maddesine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.” ifadelerine yer verilmiştir.
    Harçlar Kanunu'nun 32.maddesi hükmünce, yargı işlemlerinden alınacak harçlar ödenmedikçe müteakip işlemler yapılamayacağından, dolayısıyla ıslah edilen miktar yönünden bakiye nispi karar ve ilam harcı ödenmeksizin sonraki işlemlerin yapılmasına olanak bulunmamaktadır.
    Görüşmeler sırasında bir kısım üyelerce, harçtan muaf olan Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı aleyhine açılan dava nisbi harca tabi bir dava olsa dahi, başlangıçta maktu harç alınıp yargılamaya devam edilebilmesi gerektiği, sonuçta davalıdan harç alınma imkanı olmadığından nispi harcın da peşin yatırılmasına gerek olmadığı,  aksine bir yaklaşımın hak arama özgürlüğünü kısıtlanması anlamına geleceği ileri sürülmüş ise de, bu görüş Kurul çoğunlunca kabul edilmemiş ve  tamamlama harcı yatırılmadan mahkemece ıslah beyanına değer verilerek yazılı şekilde hüküm kurulmasının usul ve yasaya aykırı olduğu, kabul edilmiştir.
    II-Davacının, faiz alacağı hakkını saklı tutup tutmadığı konusunda mahkemece araştırma yapılmasına gerek olup olmadığı konusuna gelince:
              Dava tarihinde yürürlükte bulunan mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 113.maddesi (6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun m.131) uyarınca, son fıkrasında belirtilen gayrimenkul rehni, kıymetli evrak ve konkordatoya ilişkin özel hükümler dışında, asıl borç ifa ile veya başka bir suretle sona erdiği takdirde kural olarak kefalet, rehin ve diğer fer’i haklar da sona ermektedir. 
              Fer’i haklar, borç ilişkisinin içerdiği alacak hakkının bir kısmı, bir parçası değildir. Asıl borca bağlı, asıl borç mevcut ve geçerli olduğu sürece geçerlidir ve asıl alacak ile birlikte doğar; varlığını sürdürür, onunla birlikte sona erer.   Fer’i hakların en önemlilerinden birisi de faizdir. 
              Kural bu olmakla beraber, Borçlar Kanunu işlemiş faizin devam edip etmeyeceği konusunda özel bir hüküm getirmiştir. Borçlar Kanununun 113/2.maddesi hükmüne göre, evvelce işleyen faizleri talep hakkının saklı tutulduğu (ihtirazi kayıt) veya saklı tutulduğunun hal ve koşullardan çıkartılması kaydıyla, ödenmemiş faizlerin istenebilme hakkı ortadan kalkmamakta, asıl borç ifa veya sair bir suretle son bulmuş olsa bile, borcun fer’isi olan faiz varlığını sürdürmekte ve alacaklı bunları talep edebilme hakkını yitirmemektedir. 
              İhtirazi kayıt, alacaklının borçluya yönelttiği bir irade bildirimi ile yapılır. Bu bildirim ifadan önce ya da en geç ifanın ardından derhal yapılmalıdır. Ön koşul ileri sürülmezse ilişkin olduğu hakkın düşmüş sayılması, o haktan zımni olarak vazgeçilmiş olması esasına dayanır. 
              İşlemiş faizleri talep hakkının saklı tutulduğuna ilişkin beyanla ilgili olarak yasada bir şekil öngörülmemiştir. Asıl borç son bulduğu halde alacaklı, bu hakkını saklı tuttuğunu veya durumun koşullarından bunun anlaşılması gerektiğini kanıtladığı takdirde işlemiş faizlerle ilgili alacak hakkı, son bulmayacaktır
              Burada önemli yön, alacaklının hangi eylem ve işlemlerinin, bu hakkı kullanmak istediği şeklinde yorumlanması gerektiğidir. İfade edilmek istenen husus, somut olayın niteliğinin, para borcunun son bulmasına karşılık, işlemiş faiz borcunun devamını gerektirmesidir. Alacaklı açıkça ihtirazi kayıt ileri sürmese de, yaptığı eylem ve işlemlerden bu hakkını kullanmak istediği sonucu çıkarılabiliyorsa, artık bu hakkın saklı tutulduğunun kabulü gerekecektir. Alacaklının, asıl borç konusu para alacağını tahsil ederken, işlemiş faizleri talep hakkını saklı tuttuğunu beyan etmediği veya bu durum “hal ve koşullardan çıkartılmadığı” takdirde ise, yukarıda belirtilen yasal ilke uyarınca, asıl borç son bulmakla, faiz alacağı da son bulacaktır. 
    Nitekim aynı ilke, Hukuk Genel Kurulu'nun 10.12.2003 gün ve 2003/10-739 E. - 737 K., 02.02.2005 gün ve 2004/10-771  2005/24  K., 18.11.2009  gün  2009/21-435 E., 2009/544 K.   sayılı kararlarında da benimsenmiştir. 
               Somut olayda, birikmiş ölüm aylıkları davalı Kurum tarafından toplu olarak ödenen davacı, sonrasında faiz alacağına ilişkin bu davayı açmıştır. Davada, faiz alacağının hüküm altına alınabilmesi için, maddede belirtildiği gibi, işlemiş faizi talep hakkının saklı tutulduğunun beyan edildiği ya da eylem ve işlemlerinden bu durumun anlaşılmakta olduğunun kanıtlanması gerekir. 
               Borç ilişkisinin sosyal güvenlik hukukuna dayalı olması, borçların ferilerinin son bulması yönünden düzenleyici nitelikte hüküm öngören Borçlar Kanununun 113.maddesinde belirtilen ana kuralın ve maddede sınırlı olarak belirtilen düzenlemelerin dışına çıkılması sonucunu yaratmamaktadır.  Asıl borcun son bulması nedeniyle fer’ilerinin de son bulduğunun mahkemece resen göz önünde tutulması gerekir. 
              Belirtilen nedenlerle, özellikle 30.01.2006 tarihli ihtarnamenin dava dışı F.. B.. adına gönderilmesi ve davacı adına gönderilmiş bir ihtarnamenin dosya içersinde bulunmaması  karşısında, davacının, faiz talep hakkını saklı tuttuğuna ilişkin beyanın, ya da bu kapsamda  faiz hakkını saklı tutma iradesini gösterecek nitelikte olan işlem ve eylemlerin neler olduğunun araştırılarak, ortaya konmasında yasal zorunluluk bulunmaktadır. 
              Yukarda açıklanan   nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır. 
    SONUÇ : Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanunun 30. maddesi ile 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'na eklenen "Geçici Madde 3" atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, 5521 sayılı Kanunun 8/son maddesi uyarınca karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 04.12.2013 gününde harç yönünden oyçokluğu,  esas (faiz) yönünden oybirliği ile karar verildi.




    YARGITAY

    19.Hukuk Dairesi
    Esas:  2012/5424
    Karar: 2012/10365
    Karar Tarihi: 19.06.2012

    ÖZET: Davacı yanın davaya konu yaptığı ve yanlar arasında uyuşmazlığa esas teşkil eden husus ödenen tutarla ilgili olarak ödeme tarihine kadar işlemiş faiz tutarı, icra vekalet ücreti, harç ve takip giderlerine yöneliktir. Somut olayda mahkemece miktar belirtmeksizin davalının takibin ferilerine yönelik itirazın iptaline karar verilmesi ile yetinilmesi gerekirken bilirkişiye yaptırılan kapak hesabı üzerinden miktar ve tutar belirtmek suretiyle itirazın iptaline karar verilmesi doğru görülmediği gibi hükümde yer alan alacak tutarının feri kalemlere ilişkin olduğu gözetilmeden bu tutar üzerinden ayrıca icra inkar tazminatına hükmedilmesi de isabetli bulunmamış ve hükmün bozulması gerekmiştir.

    (2004 S. K. m. 67)

    Dava: Taraflar arasındaki itirazın iptali davasının bozma kararına uyularak yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davalı vekilince temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

    Karar: Davacı, faturadan kaynaklanan alacak için 24.05.2008 tarihli ihtarname keşide etmiştir. Bu ihtarname 29.05.2008 tarihinde davalı borçluya tebliğ edilmiş, davalı beş günlük sürenin bitiminden bir gün sonra 04.06.2008 tarihinde internet bankacılığı yoluyla asıl alacağın tamamını ödemiştir.

    Bu arada davacı alacaklı borçlu aleyhine icra takibinde bulunmuş, ödeme emrini 09.06.2008 tarihinde tebellüğ eden takip borçlusu harici ödemeden bahsetmeksizin alacak ve ferilerinin tamamına itirazda bulunarak takibin durmasına yol açmıştır.

    Borçlunun takibe konu alacağı haricen ödemesine rağmen icra müdürlüğüne verdiği itiraz dilekçesinde ödemeden bahsetmeksizin borç ve ferilerinin tamamına itiraz etmesi karşısında takip tümüyle durmuş olduğundan icra müdürlüğünün tahsilat yapılmış gibi kapak hesabı yapıp borcun ferileriyle ilgili davalı borçluya ayrıca muhtıra tebliği imkanı da kalmamıştır.

    Davacı yanın davaya konu yaptığı ve yanlar arasında uyuşmazlığa esas teşkil eden husus ödenen tutarla ilgili olarak ödeme tarihine kadar işlemiş faiz tutarı, icra vekalet ücreti, harç ve takip giderlerine yöneliktir. Somut olayda mahkemece miktar belirtmeksizin davalının takibin ferilerine yönelik itirazın iptaline karar verilmesi ile yetinilmesi gerekirken bilirkişiye yaptırılan kapak hesabı üzerinden miktar ve tutar belirtmek suretiyle itirazın iptaline karar verilmesi doğru görülmediği gibi hükümde yer alan alacak tutarının feri kalemlere ilişkin olduğu gözetilmeden bu tutar üzerinden ayrıca icra inkar tazminatına hükmedilmesi de isabetli bulunmamış ve hükmün bu nedenlerle bozulması gerekmiştir.

    Sonuç: Yukarıda açıklanan nedenlerle hükmün BOZULMASINA, peşin harcın istek halinde iadesine, 19.06.2012 gününde oybirliği ile karar verildi.

    YARGITAY

    12. HUKUK DAİRESİ

    E. 2010/28330

    K. 2011/9172

    T. 10.5.2011

    • KEFİLİN SORUMLULUĞU ( Asıl Borçlu Hakkında Başlatılan İcra Takibinin Sonuçsuz Kalması Halinde Kefil Hakkında Takip Yapılabileceği/Bu Duruma Aykırılık ile İlgili Şikayetlerin Kamu Düzeni ile İlgili Olduğu – Mahkemece Şikayetin Kabulüne Karar Verilmesi Gerektiği )

    • ASIL BORÇLUYA YAPILAN TAKİBİN SONUÇSUZ KALMASI ( Takibin Semeresiz Kaldığı Belirlenmeden Kefile Müracaat Edilemeyeceği – Kamu Düzeni ile İlgili Bulunan Şikayetlerin Süreye Bağlı Olmadığı )

    • KAMU DÜZENİ ( Asıl Borçlu Hakkında Başlatılan İcra Takibinin Sonuçsuz Kalması Halinde Kefil Hakkında Takip Yapılabileceği – Bu Duruma Aykırılık ile İlgili Şikayetlerin Kamu Düzeni ile İlgili Olduğu )

    2004/m.16

    4077/m.10/3

    ÖZET : Asıl borçlu hakkında başlatılan bu takip sonuçlandırılıp, takibin semeresiz kaldığı belirlenmeden, kefil hakkında takip yapılamaz. Borçlu vekilinin, 4077 Sayılı Kanunun 10/3. maddesi uyarınca, asıl borçluya karşı takip yapılıp, bu takip sonuçsuz kaldığı takdirde, müvekkili aleyhine takip yapılabileceğine ilişkin iddiası, İ.İ.K.nun 16. maddesi kapsamında şikâyet niteliğinde olup, kamu düzeni ile ilgilidir ve aynı maddenin 2. fıkrası uyarınca süreye tabi değildir. O halde mahkemece, şikayetin kabulüne karar verilmesi gerekir.

    DAVA : Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki borçlu tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olmakla okundu ve gereği görüşülüp düşünüldü:

    KARAR : Sair temyiz itirazları yerinde değil ise de:

    4822 Sayılı Kanunun 15. maddesiyle değişik 4077 Sayılı Kanunun 10. maddesinin 3. fıkrasında “… Tüketici kredisinin teminatı olarak şahsi teminat verildiği hallerde, kredi veren, asıl borçluya başvurmadan kefilden borcun ifasını isteyemez.” hükmü yer almaktadır. Bu yasal düzenleme doğrultusunda, alacaklı banka, asıl borçlu aleyhine icra takibi yapıp, takip semeresiz kalmadıkça kefilden borcun ifasını isteyemez.

    Somut olayda alacaklı, kredi sözleşmesinin kefili hakkında. 15.6.2006 tarih ve 31.360,00 YTL bedelli taşıt kredi sözleşmesinden kaynaklanan bakiye alacak için 1.6.2007 tarihinde ilamsız takip başlatmıştır. Alacaklının aynı tarih ve bedelli kredi borcu için asıl borçlu . hakkında da. Beyoğlu 4. İcra Müdürlüğü’nün 2007/11016 Esas sayılı dosyası üzerinden rehnin paraya çevrilmesi yolu ile ilamsız icra takibi yaptığı görülmektedir. Yukarıda yazılı yasa hükmü karşısında asıl borçlu hakkında başlatılan bu takip sonuçlandırılıp, takibin semeresiz kaldığı belirlenmeden, kefil hakkında takip yapılamaz.

    Borçlu vekilinin, 4077 Sayılı Kanunun 10/3. maddesi uyarınca, asıl borçluya karşı takip yapılıp, bu takip sonuçsuz kaldığı takdirde, müvekkili aleyhine takip yapılabileceğine ilişkin iddiası, İ.İ.K.nun 16. maddesi kapsamında şikâyet niteliğinde olup, kamu düzeni ile ilgilidir ve aynı maddenin 2. fıkrası uyarınca süreye tabi değildir. O halde mahkemece, şikayetin kabulüne karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir.

    SONUÇ : Borçlunun temyiz itirazlarının kısmen kabulüyle mahkeme kararının yukarda yazılı sebeplerle İ.İ.K. 366 ve H.U.M.K.’nun 428. maddeleri uyarınca ( BOZULMASINA ), 10.5.2011 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.