29 Haziran 2015 Pazartesi

Kanunda Belirtilen Kesin Süreler ve Hakimin Tespit Ettiği Süreler

Kanunun ve Hakimin Tespit Ettiği Süreler

1. Sürelerin Belirlenmesi

Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun (HMK, 6100 sayılı Kanun) 90 ile 94'üncü maddeleri arasında sürelere ilişkin düzenlemeler yapılmıştır. 

Süreler, kanunda belirtilir veya hâkim tarafından tespit edilir. Kanunda belirtilen istisnai durumlar dışında, hâkim kanundaki süreleri artıramaz veya eksiltemez (HMK m. 90/1).

Hâkim, kendisinin tespit ettiği süreleri, haklı sebeplerle artırabilir veya eksiltebilir; gerekli gördüğü takdirde, bu konudaki kararından önce tarafları da dinler (HMK m. 90/2).

2. Sürelerin Başlaması

Süreler, taraflara tebliğ tarihinden veya kanunda öngörülen hâllerde, tefhim tarihinden itibaren işlemeye başlar (HMK m. 91/1).

3. Sürelerin Bitimi

Süreler gün olarak belirlenmiş ise tebliğ veya tefhim edildiği gün hesaba katılmaz ve süre son günün tatil saatinde biter (HMK m. 92/1).

Süre; hafta, ay veya yıl olarak belirlenmiş ise başladığı güne son hafta, ay veya yıl içindeki karşılık gelen günün tatil saatinde biter. Sürenin bittiği ayda, başladığı güne karşılık gelen bir gün yoksa, süre bu ayın son günü tatil saatinde biter (HMK m. 92/2).

4. Tatil Günlerinin Etkisi

Resmî tatil günleri, süreye dâhildir. Sürenin son gününün resmî tatil gününe rastlaması hâlinde, süre tatili takip eden ilk iş günü çalışma saati sonunda biter (HMK m. 93).

5. Kesin Süre

Kanunun belirlediği süreler kesindir (HMK m. 94/1).

Hâkim, tayin ettiği sürenin kesin olduğuna karar verebilir. Aksi hâlde, belirlenen süreyi geçirmiş olan taraf yeniden süre isteyebilir. Bu şekilde verilecek ikinci süre kesindir ve yeniden süre verilemez (HMK m. 94/2).

Kesin süre içinde yapılması gereken işlemi, süresinde yapmayan tarafın, o işlemi yapma hakkı ortadan kalkar (HMK m. 94/3).

Av. Ferman Kaya


Sürelere ilişkin hususların tartışıldığı Yargıtay kararı aşağıda yer almaktadır.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu
Esas:  2012/19-671
Karar: 2013/151
Karar Tarihi: 30.01.2013

Özet: Bazı hallerde kesin sürenin kaçırılması, o delile veya hakka dayanamamak gibi ağır sonuçları birlikte getirmekte, davanın kaybedilmesine neden olmaktadır. Böyle bir durumda, geciken adaletin adaletsizlik olduğu düşünülerek, davaların uzamasını veya uzatılmak istenmesini engellemek üzere getirilen kesin süre kuralı, kanunun amacına uygun olarak kullanılmalı, davanın reddi için bir araç sayılmamalıdır. Bu cümleden olarak, kesin sürenin amacına uygun olarak kullanılması ve yeterli uzunlukta olmasının yanı sıra, tarafların yargılamadaki tutumları ile süreye konu işlemin özelliğinin de göz önünde bulundurulması gerekir.

Önemle vurgulanmalıdır ki, mahkemelerin gerek maddi hukuka ve gerekse usul hukukuna ilişkin hak düşürücü ara kararlarının hiçbir duraksamaya yer vermeyecek biçimde açık olması ve sonuçlarının, sıfatı ne olursa olsun ilgilisine bildirilmesi zorunludur.

(1086 S. K. m. 72, 74, 75, 163, 415) (6100 S. K. m. 24, 25, 26, 90, 94, 325) (19.HD. 20.01.2011 T. 2010/6178 E. 2011/455 K.) (YHGK. 13.10.2010 T. 2010/17-510 E. 2010/485 K.) (YHGK. 28.04.2010 T. 2010/2-221 E. 2010/241 K.) (YHGK. 08.06.2011 T. 2011/7-353 E. 2011/387 K.) (YHGK. 28.03.2012 T. 2012/19-55 E. 2012/249 K.)

Dava: Taraflar arasındaki "tazminat" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 11. Asliye Hukuk Mahkeme’since davanın reddine dair verilen 09.03.2010 gün ve 2009/227 E., 2010/98 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 19. Hukuk Dairesi’nin 20.01.2011 gün ve 2010/6178 E., 2011/455 K. sayılı ilamı ile;

(... Davacı vekili, müvekkilinin <Meşhur Adıyaman Çiğ Köftecisi> markasının sahibi olduğunu, davalıyla müvekkili arasında Franchising Sözleşmesi imzalandığını, bu sözleşmeye rağmen davalının başka bir markaya (My Çiğ Köfte) ait ürün sattığını, bu nedenle müvekkilinin zarara uğradığını belirterek maddi ve manevi zararını talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, davacıyla imzalandığı iddia edilen 18.10.2008 tarihli Franchising Sözleşmesi altındaki imzanın müvekkiline ait olmadığını belirterek davanın reddini istemiştir.

Mahkemece, iddia, savunma ve benimsenen grafoloji raporu doğrultusunda davacı tarafça sunulan 18.10.2008 tarihli Franchising Sözleşmesi altındaki imzanın davalıya ait olmadığı, bu nedenle davacı tarafın taraflar arasındaki akdi ilişkiyi kanıtlayamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekilince temyiz edilmiştir.

Borçlar Kanunumuzda düzenlenmeyen isimsiz sözleşmelerden olan Franchising Sözleşmesinin yazılı şekilde yapılması sözleşmenin geçerlilik şartlarından değildir (Osman Gürzümar, Franchise Sözleşmeleri, s.30). Bu nedenle mahkemece sözleşmedeki imzanın davalıya ait olmadığından bahisle davanın reddine karar verilmişse de yukarıda belirtildiği gibi taraflar arasındaki Franchising Sözleşmenin yazılı şekilde yapılmasının sözleşmenin geçerlilik unsuru olmadığı gözetilerek davacıya davasını ispat yönünde delillerini sunması konusunda süre verildikten sonra toplanan bütün deliller birlikte değerlendirilip karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir...),

Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Karar: Dava, tazminat istemine ilişkindir.

Mahkemece, davacı ile davalı arasında akdi ilişki kurulduğunun ispatlanmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Davacı vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde gösterilen nedenlerle bozulmuştur.
Yerel Mahkemece, önceki kararda direnilmiş; hükmü temyize davacı vekili getirmiştir.

Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; davacı tarafın dayanağı olan tüm delillerin toplanıp toplanmadığı noktasında toplanmaktadır.

Öncelikle konuya ilişkin yasal düzenleme ve ilkelerin ortaya konulmasında yarar vardır:

Hemen belirtilmelidir ki, Türk yargı sistemine göre, hukuk yargılamasında hâkim kendiliğinden bir davayı inceleyip, uyuşmazlığı çözemez. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak da hâkim, tarafların istekleri ile bağlı tutulmuştur. (Mülga HUMK m.72, 74, 75; HMK m. 24, 25, 26)

Kamu düzeninin gerektirdiği haller dışında hakimin re'sen yargılamayı sürdürmesi olanaklı olmadığından ve tarafların davayı hazırlama ve takip etmeleri gerektiğinden hakimin davacının yapmadığı bir işlemi kendiliğinden ikmal etmesi olanaklı değildir (davanın taraflarca hazırlanması ilkesi).

Az önce açıklanan genel kuraldan ayrık olarak, kanunlarımızda hâkimin re’sen araştırma yapabileceği hallere de yer verilmiştir. Bu gibi hallerde olayın özelliğine göre hakim, incelemelerin gerektirdiği masrafların taraflarca ödenmemesi halinde sonradan haksız çıkan taraftan alınmak üzere, Hazineden karşılanmak suretiyle gereğini yerine getirir. (Res’en araştırma kuralı, Mülga HUMK m.415; HMK m. 325)

Bu bağlamda, taraflarca yapılması gereken işlemler, bunlar için yasada öngörülen süreler ile bunların yargılamaya etkisine ilişkin düzenlemeler ile yargısal uygulamanın irdelenmesi gerekmektedir:

Mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (HUMK) ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK)’nda öngörülen süreler, nitelikleri bakımından, taraflar için konulmuş süreler ve mahkemeler için konulmuş süreler olmak üzere ikiye ayrılır.

Mahkemeler için öngörülen sürelerin, taraflar için öngörülen sürelerden farkı; sürenin geçirilmiş olmasının, o sürede yapılması öngörülen işlemin yapılma olanağını ortadan kaldırmamasıdır.

Eş söyleyişle hakim, gecikmeli de olsa süreye bağlanmış olan işlemi yapabilir. Dolayısıyla, gecikmeli de olsa yapılan işlem, oluşturulan karar hukuken geçerlidir ve süresinde yapılmış gibi hukuki sonuç doğurur.

Gerçekten; bir uyuşmazlık mahkemeye taşınmış olmakla, kamu alanına, toplumun da çıkarını ilgilendiren bir platforma aktarılmış olmaktadır. Bu nedenle bir davanın makul sürede sona erdirilmesinde en az taraflar kadar toplumun da yararı vardır.

Şu halde, süreye ilişkin normların kabulüyle medeni usul hukukunda gerçekleştirilmek istenen amaçlar; adaletin bir an önce sağlanması, keyfiliğin önlenmesi, mahkemenin aynı işle uzun süre meşgul olmasının, başka ifadeyle diğer dava ve işlere yeterince zaman ayıramaz duruma düşürülmesinin önlenmesi; uluslar üstü ve ulusal nitelikteki emredici normlar uyarınca davanın makul sürede sonuçlandırılmasının sağlanması, yargılamanın belli bir düzen ve kestirilebilir bir zamansallıkla yürütülmesi, başka bir anlatımla yargılamanın adil şekilde yapılmasının sağlanması olarak özetlenebilir.

Sürelerin önemli bir kısmı, taraflar için konulmuş sürelerdir. Taraflar, bu süreler içinde belli işlemleri yapabilirler veya yapmaları gerekir. Bu süre içinde yapılamayan işlemler, tekrar yapılamaz ve süreyi kaçıran taraf aleyhine sonuç doğurur. Taraflar için konulmuş süreler, kanunda belirtilen süreler ve hakim tarafından belirtilen süreler olmak üzere ikiye ayrılır:

Kanunda belirtilen süreler, kanun tarafından öngörülmüş sürelerdir. Cevap süresi, temyiz süresi gibi. Bu süreler kesindir ve bir işlemin kanuni süresi içinde yapılıp yapılmadığı, mahkemece re’sen gözetilir.

Hakimin tespit ettiği süreler ise, kural olarak kesin değildir (KURU, Baki, Prof. Dr.; ARSLAN, Ramazan, Prof. Dr.; YILMAZ, Ejder, Prof. Dr.; Medeni Usul Hukuku Ders Kitabı, 6100 sayılı HMK’na Göre Yeniden Yazılmış 22. Baskı, Ankara 2011, s.749). Hakim, kendi tayin etmiş olduğu süreyi, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK)’nun 90/2. maddesine göre iki tarafı dinledikten sonra haklı nedenlere dayanarak, azaltıp çoğaltabilir. Hakim, tayin ettiği sürenin, kesin olduğuna da karar verebilir (HMK m.94/2, HUMK m.163).

Yukarıda da belirtildiği üzere, ilke olarak, hakimin verdiği süre kesin değildir. Kesinlik için şu iki koşuldan birinin varlığı zorunludur:

İlk koşul, hakimin kesin olduğunu belirtmeksizin verdiği ilk sürede işlemin yapılmaması nedeniyle ilgili tarafın yeniden süre talep hakkının varlığı karşısında, bu talep üzerine hakimin verdiği ikinci sürenin kesin olması, bu kesinliğin yasadan kaynaklanmasıdır (HUMK m.163, c.4, HMK. 94/2 ). Bu halde, ikinci kez verilen sürenin kesin olduğu belirtilmemiş ve ihtar edilmemiş olsa dahi, sonuç değişmez.

İkinci halde ise, yasaya göre hakimin, tayin ettiği ilk sürenin kesin olduğuna da karar verebilmesidir (HUMK m.163/3 c.3, HMK m. 94). Ancak, böyle bir durumda kesin sürenin hukuki sonuç doğurabilmesi için, buna ilişkin ara kararının yasaya ve içtihatlara uygun şekilde oluşturulması, hiçbir tereddüde yer vermeyecek derecede açık olması ve kesin süreye uyulmamasının sonuçlarının da ilgili tarafa ihtar edilmiş olması gerekir.

Kesin süreye ilişkin ara kararının verilmesiyle karşı taraf lehine usulü kazanılmış hak doğmaktadır. Bu ilkenin doğal sonucu, yargısal kesin süreyle sadece tarafların değil, hakimin de bağlı olduğu, dolayısıyla hakimin bu tür bir ara kararından dönmesinin hukuken geçersiz bulunduğudur.

Kısaca; ister kanun, ister hakim tarafından tayin edilmiş olsun, kesin süre içerisinde yerine getirilmeyen bir işlemin, bu süre geçtikten sonra yerine getirilmesi olanaklı değildir.

Öte yandan, mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 163. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 94. maddesi uyarınca kesin süreye ilişkin ara kararında; yapılması gereken işlerin neler olduğunun ve her bir iş için ne miktar ücret yatırılacağının hiç bir şüpheye yer vermeyecek şekilde açıklanması, özellikle tanınan sürenin yeterli ve elverişli olması, kesin süreye uymamanın doğuracağı hukuki sonucun açık olarak anlatılması ve anlatılanların tutanağa geçirilmesi, bunlara uyulmaması durumunda mevcut kanıtlara göre karar verilip, gerektiğinde davanın reddedilebileceğinin yine açıkça bildirilmesi suretiyle ilgili tarafın uyarılması gerektiği, her türlü duraksamadan uzaktır.

Bu yasal düzenlemeler göstermektedir ki, taraflar; dinlenmesini istedikleri tanık ve bilirkişinin veya yapılmasını istedikleri keşif ve sair işlemlerin masraflarını, mahkeme veznesine yatırmaya mecbur olup; hakim tarafından verilen sürede gerekli masrafı vermeyen tarafın talebinden sarfınazar ettiği kabul edilir. Hakimin, bu masrafların yatırılması konusunda verdiği sürenin kesin olduğunu usulünce karara bağladığı hallerde, kesin süreye uymayan tarafın bu delile dayanma olanağı kalmaz. Kesin süre tarafların yanında hakimi de bağlayacağından uyulmaması halinde, gereğinin hakim tarafından hemen yerine getirilmesi gerekir.

Bazı hallerde kesin sürenin kaçırılması, o delile veya hakka dayanamamak gibi ağır sonuçları birlikte getirmekte, davanın kaybedilmesine neden olmaktadır. Böyle bir durumda, geciken adaletin adaletsizlik olduğu düşünülerek, davaların uzamasını veya uzatılmak istenmesini engellemek üzere getirilen kesin süre kuralı, kanunun amacına uygun olarak kullanılmalı, davanın reddi için bir araç sayılmamalıdır. Bu cümleden olarak, kesin sürenin amacına uygun olarak kullanılması ve yeterli uzunlukta olmasının yanı sıra, tarafların yargılamadaki tutumları ile süreye konu işlemin özelliğinin de göz önünde bulundurulması gerekir.

Önemle vurgulanmalıdır ki, mahkemelerin gerek maddi hukuka ve gerekse usul hukukuna ilişkin hak düşürücü ara kararlarının hiçbir duraksamaya yer vermeyecek biçimde açık olması ve sonuçlarının, sıfatı ne olursa olsun ilgilisine bildirilmesi zorunludur. Nitekim Hukuk Genel Kurulu’nun 13.10.2010 gün ve 2001/17-510 E., 2010/485 K., 28.04.2010 gün ve 2010/2-221 E. 2010/241 K., 08.06.2011 gün ve 2011/7-353 E. 2011/387 K., 28.03.2012 gün ve 2012/19-55 E. 2012/249 K. sayılı ilamlarında da bu hususlar aynen açıklanmıştır.

Somut olay açıklanan ilkeler çerçevesinde değerlendirildiğinde:

Yerel mahkemece, taraf vekillerinin katıldığı 16.09.2009 tarihli oturumda delillerin ibrazı için taraflara kesin süre verilmiştir. Ara karar metni aynen <Taraflara tüm delillerini liste halinde yazılı olarak bildirip yanında olanların suretlerini ibraz etmek, mahkemece uygun görüldüğü takdirde başka yerde olanların celbi için gereken masraf verildiği takdirde, ilgili yerlere müzekkere yazılmasına, tanık deliline dayandığı takdirde tanıkların isim, adreslerini ve hangi tanığı hangi konuda dinletmek istediğini bildirmek, dilekçe ve eklerini tebliğe çıkarmak üzere 20 gün kesin süre verilmesine, bu süre zarfında başkaca delil bildirilmemesi halinde delil bildirme talebinden vazgeçmiş sayılacağının ihtarına (ihtar edildi)> şeklindedir.

Yargılama aşamasında delil listesi ibraz etmeyen davacı tarafça bu ihtar sonrası da herhangi bir delil mahkemeye ibraz edilmemiştir.

Dava dilekçesine eklenen 18.10.2008 tarihli franchising sözleşmesi altındaki imzanın da davalıya ait olmadığı Grafoloji uzmanı bilirkişi tarafından tanzim olunan bilirkişi raporuyla belirlenmiş durumdadır.

Bu itibarla davacı taraf, davalı ile aralarında akdi ilişki kurulduğunu dosyada mevcut olan deliler ile ispatlayamamış ve yerel mahkemenin usule uygun şekilde verdiği kesin süre içerisinde (ve sonrasında) da davasını ispata yönelik hiçbir delil ibraz etmemiştir.

O halde, dava dosyasındaki mevcut delil durumu itibariyle davacı ile davalı taraf arasında ticari ilişki kurulduğu ve franchising sözleşmesinden kaynaklanan tazminat hakkının doğduğu ispatlanmadığından aynı hususa işaret eden direnme kararı usul ve yasaya uygun olup onanması gereklidir.

Yukarıda açıklanan nedenlerle, usul ve yasaya uygun bulunan direnme kararının onanması gerekmiştir.

Sonuç: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının yukarıda açıklanan gerekçelerle ONANMASINA, gerekli temyiz ilam harcı peşin alındığından başkaca harç alınmasına mahal olmadığına, 1086 sayılı HUMK’nın 440/1 maddesi uyarınca tebliğden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 30.01.2013 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder